Zabite yardımcı gerekmiş, olmuş yardımcının adı Küçük Zabit...
Sonra, askeri eğitimde, yapılanmada geçilince Amerikan sistemine, dünyanın ilk kurulan düzenli ordusunda,
Adının yazılışı bile ülkenin diline, yazım kuralına aykırı olarak,
Küçük Zabit’in adı olmuş, Astsubay.
Mesela üsteğmene üstlüğünü belirtmek için üstteğmen, asteğmene astlığını belirtmek için astteğmen vurgusu yapılmamış, her nedense. Yazılarda, yazım kuralına uygun olarak “assubay” yazınca da, kimileri: -hayır, ben “astsubayım” der.
Hâlbuki bir statüye ad verilirken, önce ülkenin diline, yazım kurallarına saygı göstermek gerek, ama nerde...
Sonra bu adla başlayıp sonu “Hazırlama Okulu” diye devam eden okullar açmışlar.
Okul!
Ne okulu?
Astsubay Sınıf Hazırlama Okulu.
Astsubayınki, Astsubay Hazırlama Okulu oluyor da kıtalara subay hazırlayan okulun adı neden “Subay Hazırlama Okulu” olmuyor? O da ayrı, bir soru.
Neyse, sonra,
Denizci, karacı, havacı, jandarma, sağlıkçı ve bandocu astsubay olmak üzere toplamışlar insanları sınavla, sağlık raporuyla, mülakatla, yurt genelinden, bu okullara.
Hazırlama okullarından mezunların sayısı yetmeyince sınıf okulu eğitiminden sonra astsubay nasb edilmek üzere askerlik hizmetini yapanlara ve lise mezunlarına da müracaat hakkı tanımış idare edenler,
Nüfus artıyor ve çocuklara iş, aş gerek...
Ülke halkı ağırlıklı olarak tarımla geçimini sağlarken, artan nüfustan dolayı tarım alanlarının bir aileye dahi yetmez olacağı görülünce ve bir de sanayileşmede istenilen gelişme gerçekleştirilmeyince yabancıya tavizler veren iktidarlarca, önce aileler çocuklarının iş telaşına düşmüş, ardından işsiz kalacağını düşünen geçler, tıpkı günümüzde olduğu üzere.
Yeter ki işsiz kalmayayım, kıt-kanaat geçinen aileme yük olmayayım da ne olsa yaparım düşüncesiyle çocuklar, gençler tutmuşlar girebileceği okulların sınav yolunu.
Bir okula yerleşemeyen, kalmış köyünde, kentinde... Kendince kurmuş bir düzen, geçinip gitmiş.
Sınavları kazananların kimileri doktor, kimileri mühendis, kimileri mimar, kimileri öğretmen, kimileri subay, kimileri sağlık memuru, kimileri işçi, kimileri uzman jandarma, kimileri de olmuş astsubay...
Kimileri de astsubaylığın kıyısından dönmüş...
Astsubay Hazırlama Okulu sınavını kazanamayıp, liseden sonra Kara Harp Okulu sınavını kazanmış, sonra da TSK’nın zirvesine kadar çıkmış Eski Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT, gibi.
Elbette meslek sahibi olmak ve mesleği icra etmek kolay bir iş değildir... Her mesleğin kendince zorlukları da, güzellikleri de vardır.
Ancak, bir ülkenin iç ve dış güvenliğini gerektiğinde canını ortaya koyarak sağlamakla görevli, yağmur, çamur, kar, tipi demeden çalışmak, uykusuz gecelerde, ağır iş koşulları altında sorumlulukları yerine getirmeyi gerektiren askerlik mesleği hiç de kolay bir iş olmasa gerek. Kolay olsaydı şayet, askerlerin çoğu üst düzey gelire sahip insanların çocuklarından olurdu. (Osmanlı Dönemi’nde de böyle olmuş. Askerlik işi yoksul Türk çocuklarının, ticaret, sanat işleri diğerlerinin.)
Yukarıda bir cümleye sığdırmaya çalışsak da askerliğin zorluğunu, ağır şartlar altında çalışan askerlerden, astsubaylar; bir insana, ağır görev koşullarından da ağır gelebilecek tahakkümleri, yok sayılmaları, ötekileştirilmeleri yaşamış ve halen yaşamaktadır, diyebiliriz.
Kanunlar yoluyla, kanunlardan, yönetmelikler yoluyla yönetmeliklerden alınan yetkilerle, verilen emirlerle ordusunun sorumluluk gerektiren her şeyi olmuş, ama aslında hiçbir şeyi olamamış, talihsiz astsubay...
Yeri gelmiş öğrenim hakkı engellenmiş, lojmanda mevcudu oranında yer bulamamış, kadroları belli bir rütbeye göre hazırlanmadığı için, hazırlansa da riayet edilmediği için kendinden kıdemsizin yerine atanmış, bir kişi tarafından hem yargılanmış, hem de cezalandırılmış, geliri artacak yerde gün geçtikçe emsal subay statüsüne göre düşürülmüş, kaçak-göçek gördüğü öğreniminin hakkı verilmemiş, en nihayetinde önüne mesleki olarak anlamlı bir hedef de konulmamış, astsubayın...
Öldürme sanatı öğretilen kişiden, adalet duygusu söküp atılabilir mi? Bu mümkün mü?
Ülkeye yönelik bir tehdit halinde her an savaşa hazır bulunan ordu, adalet duygusunun en üst seviyede yüreklerde hissedildiği insanlardan müteşekkil ordudur.
Bu ise, barış zamanında meydana getirilebilir.
En kısa cümle olarak, bir orduda görevli insanlar arasında ayrımcılık yaparak adalet duygusunu yitirten ve onu sürdüren, ordunun birliğinden, gücünden rahatsız olandır, demek her halde yanlış olmaz.
Bu anlamda, diyelim ki ordu içindeki adaletsizliğe orduyu yönetenler müsaade ediyorsa halkın meclisi ve hükümetler duruma müdahale etmelidir.
Eğer, meclis veya hükümetler adaletsizliğe dur demiyorsa, sorun büyük demektir.
1982 Anayasa’nın 55’inci maddesi diyor ki:
Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.
Ağır ve yoğun iş koşulları altında çalışırken, adaletsiz gelir dağılımı kaynaklı olarak ücret yoluyla yoksulluk sınırında, emekliliğinde ise açlık sınırında tutulan astsubay statüsünde bulunan/bulunmuş kişiler günümüzde yaşam mücadelesi vermeye çalışıyor...
Anayasanın ilgili maddesi ise yazıldığı yerde duruyor.
Bu adaletsiz gelir dağılımından kaynaklı yaşam mücadelesini birilerinin ortaya koyması gerekiyor.
Ortaya koyma işi, üzerinde bilimsel çalışılmış hesapla-kitapla verilerle olur.
Çalışanın derdini, çalışanların seçtiği sendikası, emeklilerin derdini ise derneği ortaya koymalı. Ancak ülkemizde çalışanların örgütlü olması asla istenmez. Eğer bir örgüt varsa da onun bölünmesi için çalışılır. Ve halen, assubayların bir sendikası ne yazık ki yok. Bu görevi Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD), köşe yazarları ve internette yazan insanlar üstlenmiş durumda.
Bu şekilde bir çözüme ulaşılamadığı da görülmekte!
Hal böyleyken, subay statüsüne (Emekli binbaşı hariç) emekliliğinde asgari düzeyde geçinebileceği maaş verilirken, emekli astsubayın muhtaç durumda, ortada bırakılması orduyu yönetenlerin de, kanun çıkarıcı mecliste bulunan milletvekillerinin de, hükümetin de büyük bir ayıbıdır.
Avrupalı, Amerikalı emekli olunca dünya turuna çıkarken, bizim emeklimiz evinden dışarı çıkarken bile kırk kere düşünür halde...
Bakınız, geçen yıl ilki düzenlenen Dünya Astsubaylar Günü etkinlikleri kapsamında Anıtkabir’e giden emekli astsubay on bin civarında tahmin edilirken; bu yıl, sayının yarı yarıya düşmüş olduğu görünüyor.
Avrupalı astsubayların Dünya Astsubaylar Günü gibi bir derdinin olmaması da ayrı bir konu. Neden derdi olsun ki, hakları, geliri, gelecek umudu, adalet duygusu gayet yerinde.
Türkiye’de ise; Assubaylar, yetmişlerde başladığı hak arayışına halen devam ediyor...
Bir devlet, kendi vatandaşından seçerek oluşturduğu bir statüye karşı ısrarla nasıl böyle katı bir tutum sergiler, inanılır gibi değil.
Astsubay Bizimdir -2-
Subay gomutanlarımız bütün bu gel-git, yap-boz, fırfırlar ve yılankavi kıvırmalarda bir o yana bir bu yana savrulurken bize;
Gedikli zabit,
Gedikli küçük zabit,
Gedikli Subay,
Küçük zabit,
Gedikli erbaş,
Çavuş dediler!
Hangi ismi verdilerse dar geldi bize...
Sığdıramadılar...
Daha doğrusu biz sığmadık!
Tam 62 bahar, güze döndü bugüne kadar...
Rahmetli Huysuz İhtiyar’ın Avanak Avni’si bile “Gıı!..” deyip olmazı başardı ve kararını verdi!
Fakat subay takımı, bugün astsubay diye isimlendirdiği asker kişilerin ne olduğuna hâlâ karar veremedi!..
Şimdi bu Kanun’u değişdirmeye yelteniyorlar. Daha iyisi olmayacağını şimdiden buraya yazıyorum. Çünkü yapmaya niyetleri yok! Biliyoruz... Yeni Kanun’da bakalım daha neler yumurtalayacaklar!.
Gedikli zabit de
Gedikli küçük zabit de
Küçük zabit de
Gedikli erbaş da
Çavuş da bizimdir!
* * *
“Gedikli erbaşlar, askerî ortaokul öğrencileri gibi giydirilir, beslenir, aylık alırlar!” dediler önce.(¹⁰)
Sanat okulunu başarı bitiren gedikli erbaşları mühendis (astteğmen) olmak üzere teknik okullara gönderdiler.(¹⁰)
Sonra, NATO örümceği ağlarını ördü Türk Ordusunun başına. Amerikanperest üç beş subayımız gıçı çakıldaklı coni’nin ordu teşkilâtını örnek aldı. İyi taraflarını enedi, kırpdı, yoldu, budadı. Leyleğin gagasını kırpdı, ganedini yoldu. Ayağını kesip biçdi. Sonra da gendi gendini gandırıp garga guşu oldu dedi!..
Zaman, bugün olduğu gibi o dönemde de astsubayların aleyhine işledi...
Bu kez de “Astsubaylar, erat gibi beslenir ve giydirilirler!” dediler bir vakit sonra.(¹¹)
Gedikli erbaş iken mühendis olmak üzere teknik okullara gönderdikleri astsubaylara bu kez de NATO’ya intisâb etdikden hemen sonra tahsil müesseselerine gitmeyi yasakladılar.(¹¹)
Ve kendi parasıyla okumasını engellediler.(¹¹)
Mühendis bizimdir!
* * *
Teknisyen olduk!
Bozuk tayyareyi tamir ettik,
Uçurduk!
1936 senesinde, Atatürk Cumhurbaşkanı iken pilot yapdılar bizi.
Astsubay, tayyareye bindi...
Tamir edip uçurduğu uçak ile bu kez de uçdu!
Pilot oldu!
Ahmet TOZLUKLU, Numan SEMERCİ oldu!(¹³)
Türkiye’nin ilk kahraman havacısı oldu...
Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile taltıf edildi.
Meslek hayatı muhteşem birincilikler ve ilk’ler ile dolu...
1949 senesinde, İsmet İNÖNÜ Cumhurbaşkanı idi.
Vazgeçdiler astsubaylara pilot eğitimi vermekden...(¹⁴)
Teknisyen de
Pilot da bizimdir!
* * *
ATATÜRK,
T.C.’nin ilk Cumhurbaşkanı sıfatıyla bir Kanun buyurdu.
Numarası 1492.
Sene 1929...
Bu Kanun dedi ki; “Deniz ve hava küçük zabiti olarak yirmi sene hizmet edenler arzu etdikleri takdirde askerî tekaüt Kanun’una tevfikan son aldıkları maaş üzerinde tekaüt edilirler...”
Maddenin son cümlesine dikkat buyurunuz! Emekli edilen astsubayları M.S.B.’de, şayet orada münhâl kadro yok ise devletin sair kurumlarında işe yerleşdiriyor. Subay ağzıyla “yerleştirilebilir” demiyor! Bu ifade ile memura takdir hakkı vermiyor! Yerleşdiriyor...
Vatana ömrünü hasreden astsubayına Atatürk Türkiye’sinin gösderdiği vefâya bakar mısınız? (Bkz.↓)
Bugün biz astsubaylar
Emekli olurken “son maaşın yarısını” bile alamıyoruz!
1929 senesinde nasıl olur da “son maaaşın tamamı üzerinden” emekli olabilirler?
Herhalde bir yanlışlık olmuşdur
Diyorsanız,
Söyleyelim!
Yanlışlık olmamış...
T.B.M.M. ve Sayın Refik SAYDAM Başkanlığındaki zamanın hükümeti
Ve Genelkurmay Başkanı, Mareşal Sayın Fevzi ÇAKMAK
Aynı irâdeyi ve kararlılığı 1940 senesinde bir kere daha gösterdi.(¹⁵) (Bkz.↓)
Zamanın Cumhurbaşkanı, Sayın İsmet İNÖNÜ.
Subay idi.
Başbakanı, Sayın Refik SAYDAM.
Tabip subay idi.
Millî Savunma Bakanı, Sayın Ahmet Naci TINAZ.
Subay idi.
Bu Kanun’a olur veren zamanın Genelkurmay Başkanı ise
Mareşal Sayın Fevzi ÇAKMAK.
Tam 23 sene hizmeti ile
T.C. Ordusu’nun en uzun süre Genelkurmay Başkanlığını yapan asker.
Atatürk’ün en yakın, en sâdık, en çok güvendiği silâh arkadaşı,
Askerlik dehası bir subay idi.
Millî Mücâdele başlamadan önce kendisi Orgeneral (1’inci Ferik) rütbesinde idi.
Atatürk, Tümgereral (Mirlivâ) rütbesindeyken ordudan istifa etmişdi.
Fakat hiç tereddüt etmeden Atatürk’ün emrine girdi.
Ve Millî Mücâdele muharebelerinde desdânlar yazdı.
Mareşalliğe terfi ettirildi.
Atatürk, İsmet İNÖNÜ’den önce Başbakanlığı O’na teklif etdi.
“Paşam, ben askerlikden başka bir şey bilmem!” deyip
Atatürk’ün teklifini nazikce geri çevirdi.
Ve tam 23 sene boyunca Genelkurmay Başkanı olarak “en iyi bildiği işi” yapdı.
* * *
Eyyâm-ı bahurun hüküm sürdüğü günlerde İstanbul’daydım.
Eyüp Mezarlığına bahusus gidip
Bu mübârek insanın,
Bu muazzez subayın kabrine kadar çıkdım.
Mütevâzı mezârının kenarına çöküp
Aziz ruhuna
Gönülden bir Fatiha okudum.
Mekânı cennet olsun!
* * *
Ekseriyeti emekli subay olan Cumhuriyetin kurucu gücü ve irâdesi,
Orduda çok sağlam bir nimet-külfet dengesi tesis etdi.
Emeklilik konusunda subay-astsubay ayrımı yapmadı.
İkisine de “son maaş üzerinden” tekaüt olursun dedi.
Subay takımı, taa 1929 senesinden buyana, “son maaşları üzerinden” tekaüt ediliyorlar.
Fakat astsubaylar ise 60 seneden beri “son maaşlarının yarısını” bile alamıyorlar.
Verilen hak, geri alınır mı?
Astsubay denen asker kişinin
“Son maaş ile tekaüt olma hakkını”;
Kim,
Ne zaman,
Hangi sebeple gaspetdi?
Sene, 2013... Dünya, güneşin etrafında tam 84 kere devir etdi...
Bugün emekli edilen astsubaylar, son aldığı maaşın yarısını bile alamıyorlar...
İktisadî ve mâlî bakımdan devletimiz 1929 senesinden daha da mı kötü durumda?
Bu acı gerçek de
Maaşının yarısını alan da bizimdir!
* * *
Öyle ya da böyle!
O isim ya da bu ad!
Bu tarif ya da öteki tefrik!
Şu rütbe ya da o unvan...
Olsun!
Kudreti özünde, mayasında, ruhunda saklayan şerefli bir mesleğin erleriyiz vesselâm!
Erbaş diye,
Astsubay diye,
Asker diye,
Memur diye çarpan yürekler bizimdir!
* * *
Mustafa Kemal; siperlerde, cephelerde ömür törpülemiş, erat ile birlikde aynı safda harp etmiş, aynı tayını yemiş, aynı üzüm hoşafına kaşık sallamış muharip bir subay idi...
Dört cephede, yedi düvel ile cenk etmiş idi. Askerin ve askerliğin kıymetini, kutsiyetini bilen bir subay idi. Ne demişdi taa 1912 senesinde; “Ben, askerliğin herşeyden ziyâde sanatkârlığını severim.”
Atatürk, askerliği bir sanat, bir meslek olarak telâkki etdi hep. Bugünün harp görmeden general olmuş subayları ise askerliğe her ne demek ise “hayat tarzı” olarak bakıyorlar.
Askerliğe bakış hususunda Mustafa Kemal ile bugünün subayları arasındaki temel fark işde burada yatıyor yiğitler!
Mustafa Kemal hem muharip, hem de gâzi pâyesiyle şereflendi. 1974 Kıbrıs Barış Hârekatından buyana 40 seneyi geride bırakdık.
Bugün yakaları madalya müzesi gibi kalabalık ceket giyen general/amiral subaylarımızdan kaçı muharip? Kaçı gâzi?..
“Arkadaşlar! Askerlik, meslek değildir! Bilâkis hayat tarzıdır!” diye şırdandan çiğ çiğ laflar üfürdüler önce.
Bu laf-ı güzafı yumurtalayan subaylarımız, 2002 senesi geldiğinde bu kez de okulumuzun adını değişdirdiler; Deniz Astsubay Meslek Yüksek Okulu!
Gıçlarından yumurtaladıkarı bu kaka renkli inci mucibince askerliğin “hayat tarzı” değil de “meslek olduğunu” kendileri ikrâr etdiler utanmadan.
Hem de Atatürk’den tam 101 sene sonra...
Bunu söyleyen subaylarımız, askerlik mesleğini mirâs olarak devraldıkları Atatürk’ün 101 sene gerisinden geliyorlar der isek yanlış mı olu acap?..
Sanat da olsa
Hayat tarzı da olsa
Meslek de olsa bizimdir!
* * *
Ankara’nın Çankaya semtinde bir sokağa verdiler rütbelerimizden birisinin ikinci yarısını.
Kanun’da yazıldığı şekliyle vermeyi beceremediler.
Üst taraf kaval, alt taraf şeşhâne misâli ucube bir kelime çıkdı ortaya.
Oraya
Başçavuş sokak dediler...
Orada bir köy var uzakda,
Serhat İlimiz Ağrı’nın hudutları içinde...
Tavsırından gördüm.
Şipşirin, yemyeşil bir dağ köyü...
Çünkü
O köye de Başçavuş ismini verdiler...
Başçavuş Köyü de
Başçavuş Sokak da bizimdir!
* * *
Bizim hakkımızda bütün bunları yaparken ve tomar tomar Kanun’lar hazırlarken
Bizlere sadece bir tek şey sordular;
Adımız ve Soyadımız...
Babamızdan miras adımız da
Ecdâdımızdan miras Soyadımız da bizimdir!
* * *
Milletler, desdânları ve o desdâna konu olan kahramanları ile var olur.
Desdândır milliyet şuurumuzu besleyen, büyüten, tazeleyen, anamızın ak sütü gibi...
Desdândır varlığımızı vakdi gelmemiş zamanlara taşıyan...
Türk’ler, insanlık tarihinin en muazzam, en muhteşem desdânlarını yazmış yegâne milletdir.
En uzun desdânı yazmak da Türk’e nasib oldu.(¹⁷)
Allah’ın inâyetiyle daha nice muhteşem, daha nice muazzam daha nice görkemli desdânlar yazacağız, insanlık var oldukca...
* * *
Uzak Asya’da yaşayan atalarımız daima iki at ile sefere çıkardı.
Birisine biner, diğerini yedeğinde götürürdü.
Bindiği at yorulunca onu hemen yedeğe alır ve yoluna yedekdeki at ile devam ederdi.
Atından inmeden alış veriş yapdı.
Sohbetlerini, toplantılarını atının üzerinde yapıp
Cenk kararını bile atın üzerinde verdi.
At yorulur, sırtında taşıdığı Türk yorulmazdı.
Gece gündüz demeden günlerce, haftalarca, aylarca ata bindi.
At üzerinde karnını doyurdu..
At üzerinde uyudu..
Tarihde hiçbir millet
Türk kadar at ile bütünleşemedi.
Acıkdığında atın sütünü içdi. Daha da acıkınca, yedek atın sağrısını hafifce çizdi ve atı öldürmeyecek kadar kanını içdi.
Çaresiz kaldığında
Bu kez zayıf olan atını tereddüt etmeden kesip yedi...
İşde bu özelliğinden dolayı Türk’ü dünya yeryüzünde hiç kimse durduramadı...
Sayıları çok fazla olmasına rağmen bir avuç savaşkan ruhlu bu insanın akınlarından bıkdılar, usandılar!.. Atı ehlileşdiren, koşu takımını icât eden, ata gem vuran; dünya’nın en iyi yayını yapan bu insanlara tarih; güçlü, kuvvetli; güzel, yakışıklı anlamına gelen “Türk” dedi.
Sonu gelmez bu akınları durdurmak için bir çâre düşündüler kendileyin. 6 mete kalınlığında, 7 metre yüksekliğinde ve yirmi bir bin yüz doksan altı kilometre uzunluğunda dünyanın en uzun duvarını yapdılar.
Ekvator’dan ölçüldüğünde dünya’nın çevresinin uzunluğu kırk bin kilometredir. Türk’ü durdurmak için yapılan bu duvarın uzunluğu, dünya’nın çevresinin yarısından fazladır.
Şimdi bu duvara dünya’nın bilmem kacıncı harikası diyorlar. Ve uzay adamları fezâdan görebiyorlar.
Bu duvarları yapmak için memleketlerindeki daş, gaya, ne varsa hepsini kullandılar. Yetmedi! Daş bulamadıkları yerlerde ölesiye çalışdırdıkları işçilerin kemiklerini dolgu malzemesi olarak kullandılar. Fakat Türk ismini verdikleri bu atlı adamların ardı arkası kesilmez akınlarını gene durduramadılar...
Dünya’nın en uzun duvarını yapdıracak kadar düşmanına korku veren kağanlar bizimdir.
Dünya’nın gelmiş geçmiş en kuvvetli, en büyük ordusunu teşkil eden Cengiz Han bizimdir!
Yeryüzünde bir benzeri daha olamayan büyüklükde devlet kuran Timuçin (Cengiz) Han bizimdir!
Dünya’nın ilk düzenli ordusunu teşkil eden ve dünya’nın en büyük devletini kuran Mete (Oğuz) Han bizimdir!
Dünya’ya hükmeden bu eşsiz kahramanlar bizimdir!
* * *
19 yaşında padişahlık kaftanını giydi. Kömüşlere çekdirdiği kadırgaları, don yağı ile yağladığı tomrukların üzerinde kaydırıp bugünkü tophane tepelerinden aşırarak Haliç’e indirdi.
Dünya’nın “karadan gemi yürüten ilk adamı” oldu.
Hiç beklemedikleri bir yerden vurulan Doğu Roma’lılar ne yapacağını bilemedi.
Ulubatlı Hasan şehit olacağını bile bile İstanbul’un burclarına Türk Bayrağını dikdi.
Bin elli sekiz sene boyunca yedi düvelin muhasara edemediği Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u sadece elli üç günde fethetdi. Ve Peygamber Efendimizin (sas) “Konstantiniyye bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onun askerleri ne güzel askerlerdir.” hadis-i şerifinin müjdesine nâil oldu.
Orta çağı kapatdı,
Yeni çağı açdı!
Fatih sanıyla maruf oldu.
Ulubatlı Hasan da
Fatih Sultan Mehmet de bizimdir!
* * *
Her cinsiyetden, her rütbeden kahramanların eşsiz desdânlarıyla doludur şanlı tarihimiz.
Desdânlar yaşasın ki kahramanlar yaşasın.
Kahramanlar yaşasın ki yeni desdânlar yapalım.
Yeni desdânlar yapalım ki Türk Milleti zamanın unutkanlığına dirensin.
Yeni desdânlar yapalım ki Türk Milleti zamanın sonsuzluğunda var olabilsin!..
Desdâncıya düşen ise bu kahramanları yazıya kayıtlamak.
Desdâncı yazıyla sabitlesin ki desdânlar yaşamaya devam etsin...
Desdân yapan kahramanın ne cinsiyeti vardır.
Ne de rütbesi...
Kaç yaşında olduğunun ne ehemmiyeti var ki?
Desdân yapan kahramanlarımız,
İstiklâl Harbinde;
Başçavuş Halide Edip oldular,
Tarsuslu Onbaşı Adile oldular...
Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey’in 12 yaşındaki kızı Nezahet Onbaşı oldular...
Yiğit vatan erleriyle aynı siperde yurdunu bekledi, aynı cephede cenk etdiler.
Şehit düşdü...
Gâzi pâyesi aldı.
İstiklâl Madalyasıyla taltıf edildi.
Bu analarımız, bizim bilip bulup yazabildikerimiz...
Kayda geçirilmeden yitip gitmiş, bugün bir mezar daşı dahi olmayan adı sanı unutulmuş daha nice kahraman çavuşlar, onbaşılar, başçavuşlar var...
Onlara Halide Başçavuş,
Tarsuslu Onbaşı Adile,
Nezahet Onbaşı dediler!
* * *
Kışlada nöbetçi idi. Acıkdı. 24 saat ayakda kalır da insan acıkmaz mı?
Acıkır!
Peki bu 24 saatlik nöbet için askeriyemiz o adama 1 guruş fazla mesai parası öder mi?
Ödemez!
Bu meseleyi gündem eden var mı?
Yok!
Gaflete düşdü. Bir hata edip devletin 4 yumurtasını kırıp kaygana yapdı. Bunca senelik asker idi ilk defa böyle bir yanlış yapmışdı.
Nöbetci Amiri Erol bey bu büyük vak’ayı hemen keşfetdi. Düşman gâvuru hudutu atlayıp bu yana geçse belki bu kadar acele etmez idi. AYİM’in Tekirdağ şubesine haber uçurdu. Yarbay Erol bey, yapdığı bu hafiyelik ile hukuk tarihinin aptallar mahzenindeki yerinin tapusunu aldı.
Mahkeme günü geldi çatdı. Hâkim Teğmen Uğur, aldı yeni Askerî Disiplin Kanunu'nu eline. Açdı gara gaplı gapağını. Sağ elinin baş barmağını ağzına götürüp tükürükledi önce. Sonra, çevirdi sayfaları yegân yegân...
Henüz üç beş sayfa çevirdiydi ki buldu aradığını. Bokunda mavi boncuk bulmuş afacan çocuk gibi sevindi. Gibisi fazla! Zaten kendisi daha çocuk yaşdaydı. Fakat babası yaşındaki bir askeri huzuruna celp ettirdi. Muhakeme edecek idi. Sevinci gözlerinden okunuyor, ağzından duyuluyordu. Şöyle yazıyordu çevirdiği sayfanın kenar köşelerinde;
“Kahvaltı listesinden farklı olarak 4 dane boklu tavuk yumurtasını kırdırıp kendine kaygana yapdırmak suretiyle memuriyet nüfuzunu kötüye kullanıp kamuyu 91 kuruş zarara uğratmakdan 180 gün hapis cezası verile!”
4 dane boklu yumurta...
Ederi sadece 91 (doksan bir) guruş!
Kırıp yemenin cezası
180 gün hapis hayatı...
1 gün hapisde yatmanın bedeli
Sadece yarım guruş!..
Askeriyede özgürlük ne gadar ucuz...
Subayın astsubaya bu yapdığını
Gâvur bile yapmaz...
Genelkurmay Başkanımız Nejdet bey
Afyonkarahisar’da koca bir kangal sucuk yedi, afiyet oldu.
Başçavuş (!) 4 yumurta yedi.
Üstüne datlı niyetine 180 gün hapis cezâsı ikram etdiler...
2013 senesinde değiştirip eskisinden daha da berbat etdikleri yeni (!) Askerî Disiplin Kanunu'na göre insan özgürlüğü işde bu kadar ucuz...
O’na Başçavuş dediler!
Saat tamircisi fakir bir babanın üç çocuğundan birisiydi. Camları kırık, sıvası dökük, sofası bile olmayan iki göz bir evde doğurdu anası onu. Asker olacağım baba diyordu daha üç yaşında iken. Elektronik Elektrik Mühendisi oldu. Fakat içindeki askerlik ateşini söndüremedi.
Babasından gizlice sınavlara girdi, kazandı. Subay olmak istiyordu fakat Astsubay oldu. Kendisi gibi fakir bir Anadolu çocuğu Teğmenle evlendi. Görevine giderken trafik kazasında şehit oldu.
O’na Hamiyet Astsubay dediler!
* * *
Ömrü cepheden cepheye, harbden harbe koşmakla geçdi.
Millî Mücâdeleye başlarken Padişah O’nu görevinden azletdi.
Sonra da peşine hafiyeler salıp idâma mahkûm etdi...
Fakat o başaracağına hep inandı...
Mücâdelesine devam edebilmek için ömrünü hasretdiği subaylık mesleğinden, Tümgeneral (Mirlivâ) rütbesindeyken hiç tereddüt etmeden istifa etdi.
Vatan mücâdelesini şahsî ikbâline yeğledi…
Subay oldu, devlet adamı oldu.
Sonra da yaşadığı yüzyılın en büyük kişisi.
Sonra, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.
T.B.M.M., O’nu Cumhurbaşkanı seçdi.
Düşman gâvurunun Time isimli dergisi bile O’nu ondokuzuncu yüzyılın en büyük adamı seçdi.
Türk Milleti, O’nun vatan sevgisini Gâzi unvanı ve Mareşal rütbesiyle taltıf etdi.
O, 1283 yaka numarasıyla okuduğu Harb Okulunda, sınıfının Çavuşu idi.(¹⁸)
Adı Mustafa Kemal idi.
Türk Milleti O’na
ATATÜRK dedi!
* * *
Çanakkale Harbinde,
26. P.A. 3.Tb. 10. Bl. 1.Takım Komutanı idi.
25 Nisan 1915 günü Gelibolu Yarımadası'nda Ertuğrul Koyu'na çıkarma yapan 3000 askerden oluşan İngiliz kuvvetini, komutasındaki 66 askeriyle on saat mavzer atışlarıyla sahile mıhladı.
O ve dört silah arkadaşı hariç hepsi ölesiye harp etdi ve gönüllü olarak şahadet şerbetini yudumladı.
Kopan bacağını tüfeğinin kayışı ile bağladı ve sağ kalan dört arkadaşıyla birlikde Alçıtepe’ye çıkdı. Sırtını kayaya yasladı. Yanındaki dört arkadaşlarıyla birlikte savaşarak şahadet mertebesine erişdi...
Savunmanın şiddeti karşısında bir adım ileri gidemeyen İngiliz Generali Nepier, bu kahramn Çavuş ve askerlerinin yoğun tüfek ateşini görünce karşılarında bir tümen (on bin asker) olduğunu zannetdi. Mevziyi ele geçirdikden sonra siperde sadece 62 Türk Erinin cesedini görünce gözlerine inanamadı. Bir kez daha saydılar! Gene 62 Türk Eri olduğunu gördüklerinde hayretden donakaldılar...
Bizim kaynaklarımız on saat diyor. Fakat yabancı kaynaklar onüç saat...(¹⁹) Dakikaların bile hayatî önemi haiz olduğu savaşda, onüç saatlik bu gecikme gâvur İngilizin sahile asker çıkarma planını alt üst etdi. Kendilerine verilen plandaki saate göre harekete geçen düşman kuvvetleri birbirinden habersiz ve düzensiz olarak savaşa başladı.
Onüç saatlik bu gecikme, savaşın kaderini Türkler lehine değişdirdi.
O’nu ve emrindeki takım arkadaşlarının celâdetini anlatmak için hâtırasına bir Şehitlik inşâ etdiler.
Ve kitâbesine Çanakkale Vâlisi Namık Şevik Bey’in şu muhteşem veciz kıt’asını yazdılar:
Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş'dular
Tam üç alayla burada gönülden vuruşdular
Düşman, tümen sanırdı bu şahane erleri
Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuşdular!
Genelkurmay Başkanlığımız örütbağında bir sayfa açmış. Adı “Tarihden Kesitler/Çanakkale Muharebelerinden Kesitler ve Fotoğraflar.” Bu sayfanın her yerini tefrika tefrika subay tavsırlarıyla doldurmuşlar!..(²⁰)
Gâvurun subayı bugün diyor ki; “O Çavuş ve Mustafa Kemal gibi askerlerin aldıkları kararlar Çanakkale Harbi’nin seyrini değişdirdi. O Çavuş ilham verici çünkü bir avuç askerin devasa bir savaşın sonucunu değiştirebileceğini gösterdi.”(²¹)
Bu kahraman Çavuş’un hayranı!..
Üstelik bunu da
İzmir’e kadar gelip
Dünya’nın gözü önünde mertce söylüyor... (Bkz.→)
Ya bizim Genelkurmay Başkanımız?
Bu Çavuş hakkında ne düşünüyor?
Diyecek iki çift kelâmı var mı?...
Sağolsunlar!
Çanakkale Muharebelerini anlatan sayfasında Genelkurmay Başkanlığımız,
İstiklâl Madalyasına lâyık görmediği bu kahraman Çavuş’dan hiç bahsetmemiş!
Bir tavsırını bile koymamış!..(²²)
Genelkurmay Başkanımıza göre böyle bir Çavuş
Târihde herhâlde hiç yaşamadı...
O’na Ezineli Yahya Çavuş dediler!
(Devam edecek)
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
*** Kaynakca üçüncü (son) bölümdedir.
Evvelki Bölümü Okumak İçin Resimi Tıklayınız
İçinde doğduğumuz her evin; yemek yediğimiz her sofranın; yaşadığımız her sokağın; her mahallenin, nâhiyenin, şehirin; bir ruhu, târihi, bir nidâsı, bir simgesi, bir fârikası vardır bu memlekette. Tercih hakkımız yokdur başlangıçda. Mecburen ortak oluruz kaderine bütün bunların, iyisiyle kötüsü ile...
Her türden sayısız zenginliği, her çeşit güzelliği, her neviden eşşiz nimeti ile
Allah’ın özenerek yaratdığı bir memleketin ahfâdıyız vesselâm.
Hangi dağına gitsek, hangi yolundan geçsek, hangi çayını boylasak, hangi deresinde çimsek, hangi ağacına tırmansak, hangi pınarından su içsek, bir başka güzel!..
Kıymetini bilene birer ibret alâmeti olan bu eşsiz güzelliklerin hepsi Allah’ın bizlere bahşetdiği nimetlerdendir.
Çalap’ın bizlere ihsan etdiği nice lütuflara ilâve olarak;
Mekânları unutulmaz yapan, farklılaştıran, insanın bakışını çelen, hâfızasına nakşeden bir de insan mârifetiyle vurulmuş mühürler, güzellikler vardır. Yontulmuş bir taş, bir pınar, bir bina, bir köprü, bir câmi, bir heykel...
Mekânları emsâlinden farklı yapan bu eserleri de sanatcılarımız hediye etmişdir bizlere.
Eşyayı benzerinden ayıran özelliğe fârika denir.
Yaşadığımız mekânları emsâlinden ayıran özelliğe geliniz biz de fârika diyelim pek muhterem can dostlarım.
Yaşadığımız yeri târif etmek için bazen sâdece bir kelime yeter de artar bile... Karamürsel’de oturduğumuz binanın önünde kocaman bir ıhlamur ağacı var idi. Şimdi hâlâ yerinde mi acaba? Kimbilir kaç yaşında. Kim dikdi ise Allah O'ndan râzı olsun. “Yağmur yağar yeşil otlar bitirir, Yel esdikce kokuların getirir” demiş, “Dağlar” isimli şiirinde Karacaoğlan. İşde, bizim sokakda da aynısı olur idi o senelerde. Vakdi gelince açdığı hârika çiçekleriyle gözlerimizi okşar ve bütün sokağı aylarca mis gibi kesif bir ıhlamur kokusu doldurur idi. Öteki mahallenin ahalisi bile yolunu biraz uzatmak bahâsına bizim sokakdan geçer ve ıhlamur ağacının o güzel râyihasını doyasıya çekerdi ciğerlerine. Bu sokağa niye Ihlamur Ağacı Sokağı ismini vermemişler, hâlâ merak ederim. Bizim sokağımızın fârikası da işde, bu ıhlamur ağacı idi.
Kömür desem, aklınıza ne gelir? Bakın, hemen tahattur etdiniz! Nereyi kasdetdiğimi bildiniz.
Anıtkabir
Ya da pişmaniye?..
Değil mi?..
Biricik bile özelliği, yâni fârikası olmayan bir tek çakıl taşı arasam şu memlekette, bulacağıma dair hiç umudum yok dostlarım. Biz astsubaylara yapılan tahakküme varan haksızlıkların zevâl bulacağına dâir pek kuvvetli umudum vardır da. Bir fârikası olmayan dulda bir yer bulacağıma dâir hiç umudum yokdur. Arasam da bulamam, inanın... Hepsinin en az bir dâne fârikası var desem hani, geliniz, itimat buyurunuz şu Eski Tüfek bahriyeli fakire...
Burada ismini zikredemediğim köşe başlarının, çakıl taşlarının, ağaç diplerinin, dere boylarının, göllerin, nehirlerin, ırmakların, denizlerin, dağların, bağların, bahcelerin, ovaların, tepelerin, yaylakların, kışlakların, köylerin, kasabaların, şehirlerin ey necip, ey güzel insanları!
Bana gönül koymayınız, e mi? Tevessül etsek hani yaza yaza bitiremeyiz.
Vakıa, Cumhuriyet düşmânları kapattılar. Kitap basdığımız kağıdı bile artık ithâl ediyoruz, gınayı yakalım! Hani faraza SEKA, istediğimiz kadar kağıt tedarik etse, mürekkebimiz Çene suyundan gelse, ömrümüz de vefâ etse
Ve
Evliya Çelebiye öykünüp de nice uykusuz geceler boyunca kağıt üstünde kalem yüzdürmeyi göze alıarak yazsak bile sitede yayınlayacak yer bulamayız. Yayınlamakda ısrar etsek, bu kez de sihirli elleriyle sitemize hayât veren kaytan bıyıklı bahriyeli, nam-ı diğer ADMIN Semih KOÇ, durduk yerde bam telinden bozuk çalabilir.
Allah sağlıklı ve uzun ömürler versin. Kendisiyle henüz teşerrüf etmedim. Basındaki tavsırlarından görmüşlüğüm var kendisini sâdece. Hakkında emekliassubaylar.org sitesi dolaylarında bir yerlerde ikâmet ettiğine dair pek kuvvetli tevatür dolaşan bir de dâvamızın bayrakdârı Ersen GÜRPINAR var. Maazallah “Astsubaylara tahakküme varan haksızlıklar” deyip yurt çapında yayınlanan bir gazetede hakkımızda elvan çeşit tefrikalar neşrebilir ki, işde en çok bu ihtimâlden çekinirim.
Değirmenci Ali’nin kör beygiri dolaşdırdığı gibi lafı kıyıda kenarda dolaşdırmayı bırakalım da
Viya böyle deyip sadede gelelim, gönüldaşlar!
Dünyâ’ya gözlerinizi Zonguldak ilinde açdı iseniz şâyet; dizleri romatizmalı, eli yüzü gözünün karasından daha da karalara bürünmüş emekdâr bir madencinin evlâdı olmalısınız.
İlk çığlığınızı seymenler diyarı Ankara’da attıysanız bordro mahkûmu bir memurun nüfusuna yazarlar sizi.
Göbeğinizi Kocaeli’de kesdiler ise şâyet bahriyeli bir astsubay ya da subayın çocuğu olmanız pek muhtemel.
Benim göbeğimi Kocaeli’nde kesmemişler, anam dedi. Nüfusuna kayıtlı değilim. Bu güzel şehirde görev yapmış bir askerin çocuğu da değilim. Keşke olsa idim. Hanımım buralı değil. Olsa idi şâyet, iftihar ederdim. Ellerinizden öperler çocuklarım da Kocaeli’nde doğmadılar. Mâdem bütün bunlardan değilim de ben neyim? Ben, kimim öyleyse babayiğitler?..
Ben; dostarım, doğduğum memleketimden ayrılıp yüce milletime hizmet gâyesi ile intisap etdiğim Türk Bahriyesinde
İki elinizin parmaklarının sayısından yüzde otuz daha fazla bir süre bu şehirde vakdin bir sehminde görev yapmış bir Deniz Astsubayıyım.
Eşim ve çocuklarımın beni en çok özledikleri,
Yolumu gözledikleri, bekledikleri şehirdir Kocaeli...
Hanımların bahriyeli kocalarından,
Çocukların bahriyeli babalarından,
Bahriyeli babaların ise;
Hem hanımlarından hem de çocuklarından en çok uzak kaldığı bir şehirdir burası...
Sokakları bol bol iyot kokan,
Ve fakat
İyotdan daha ziyâde gönülleri hasret kokan bir şehirdir Kocaeli...
Körfezin efendisi, denizlerin kurdu bahriyelilerin yuvasıdır Kocaeli...
İlk gemi görevine başladığım yer.
Son gemi görevimi tamamlayıp fiili denizciliğe vedâ etdiğim yer!
Hem ilk limanım, hem de son limanım!
En güzel ve unutulmaz arkadaşlıkları yaşadığım; dostluk ve komşuluk bağları kurduğum şehir.
Bütün bunlara ilâve olarak, biz denizci astsubayların medâr-ı iftiharı olan Yuvaya Dönüş Anıtı’nın yuvasıdır Kocaeli.
Makâlemin başında arz etdiğim gibi, doğduğumuz yeri seçme hakkımız olmasa da
Öldükden sonra yatacağımız yeri seçme imkanımız var çok şükür!
Akrabalarıma vasiyet etdim. Karamürsel Belediye Başkanına da buradan sesleniyorum; Hak vâki olup da imamın kayığına bindiğim gün beni hemen Karamürsel mezarlığına defnediniz. Hiç beklemeden, mümkünse aynı gün... Beni her dâim heyecana garkeden İzmit Körfezin’in o büyülü sularına bakmak istiyorum yatdığım yerden. İsrafil Aleyhisselâm Sûr’a üfleyinceye kadar da Karamürsel son limanım olsun!
Her mefhum, muhalifi ile kâimdir. Âşık olmaz idi, olmasa Maşuk! Vuslat olmaz idi, olmasa firâk!
Biz de bu yalın ve katı gerçeğe inat
Yüreğimizde yanan vatan ateşiyle sevdiklerimizi arkamızda bırakıp yüksünmeden katlandık o hasret kokan günlerce, haftalarca, aylarca devam eden seyirlere, deniz görevlerine...
Aynı gemide, aynı kaderi paylaşdığım vatan sevdalısı, birisi yek diğerinden merdâne yüzlerce, binlerce bahriye astsubay ve subayı.
Ve en önemlisi
Anadolu’nun doğurup emzirip büyütdüğü ve kutsî vatan hizmetine gönderdiği başımızın tacı Levendlerimiz, elbetde...
Komutanımız, mükemmel insan Deniz Kurmay Albay Baha EREN,
İkinci Komutanımız, koca gemiyi taksi gibi mahâretle kullanabilen Deniz Kurmay Yarbay Doğan DENİZMEN...
Meslekdaşlarım Telsiz Astsubayları Mustafa OĞUZ, Hasan TAŞCI, İsmail BAKIRLI, Cevat DEĞİRMENCİ, Cemil AKDERE, Küçük Mustafa, Küçük Cevat... Çocukları Hakkıcan, Aslıcan, Ozanalp, Berkay...
Telsiz kamarasında benim kahrımı çekip kaderime ortak olanlardan şu an aklıma gelenler... Büyüklerim, küçüklerim... Hangi birisinin ismini yazayım buraya? Gönül koymasınlar bana lutfen. Yazmakla bitiremem ki. Dile kolay; deniz görevimin son yılında, 1998 senesinde toplam olarak 290 gün denizde kalmış idik. Analar böyle has yiğitler doğurup vatan hizmetine göndermese idi şâyet o kıyâmeti andıran, yer ile göğün herc-ü merc olduğu mahşerî fırtınalar ile baş edilir miydik? Bitmek tükenmek bilmeyen, uzayıp yüzyıl olan gemi görevleri çekilirmi idi hiç? Hasret dolu gecelere yârenlik eden gönüllerde sabah olur muydu?
Ihlamur kokan sokakda, alt katımızda oturan kumcu Hüseyin abi; eşi, benim ablam Saadet... Oğlu utangaç ve yakışıklı topcu Cengiz, kızı güleç Sabahat. Az muhlamasını yemedik Saadet ablamın. Duydum ki Hüseyin abim hastay imiş. Ellerinden öper, Allah’dan âcil şifalar dilerim kendisine...
Çapraz alt katımızda oturan bacanak dediğim ve kardeş bildiğim İpekkağıt işcisi Musa, hanımı Cemile, oğlu Mehmet, kızı Büşra. Ailecek vurup kendimizi yollara o civardaki mesire yerlerinde, dağlarda, tepelerde, ormanlarda az benzin içirmedik demirden atlarımıza.
Üst çaprazımızda oturan ve bahçesinde iki kiraz bulsa birisini bize getiren diğer Hüseyin abi ve hanımı ablam Nazmiye.
Ihlamur ağacının hemen yanındaki bakkal dükkânını işleten Ersen bey ve güzel, maşşallah dedirtecek kadar akıllı kızı Nur...
Sütcümüz Calba Cahit, zerzevatcımız İbo abi, litreyle çamaşır suyu satan çatlak sesli Mehmet abi ve diğerleri...
Hepimiz memleketin bilmem hangi köşesinden çıkıp gelmişiz bu hasret kokan şehire. Maksat vatana, millete bir nevi hizmet, başka bir şey değil.
Akrabamız, anamız, babamız doğdukları şehirlerin kaderini paylaşırken
Bizim sehmimize de Kocaeli düşmüş!..
Sıkıntılı ve dar zamânlarımızda bize abi olan, abla olan, kardeş olup kol kanat geren bu güzel insanların hepsine buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Biz askerler, vatana hizmet etdik; bu güzel insanlar da bizlere... Haklarını nasıl öderim ki? Bir daha görmek nasip olur mu bilmiyorum. Allah hepsinden râzı olsun. Haklarını helâl etsinler. İşte, bunlar da bizim mahallenin fârikaları...
Kocaeli’ni benim gözümde değerli ve unutulmaz yapan bunca güzelliğe bir fârika daha ilâve etmek isdiyorum yüksek müsaadenizle. Gölcük Ana Deniz Üssü’nün içinde; Nizamiye girişinde, yolun tam ortasında o muhteşem heybeti ile duran anıt...
Hanımı; her iki kolu ile birden kocasını belinden hasret ile sımsıkı kucaklamış!
Kızı; sol kolu ile anasının sırtına, sağ kolu ile de babasının sol koluna zarifce dokunmuş. Ve anasıyla babasını adeta birbirine mühürlemiş!
Sayılmadık günlerden, gecelerden sonra
Uzak yoldan, bilinmedik görevlerden yuvasına dönen bahriyeli astsubay;
Sağ kolu ile hanımını sol omuzunun üzerinden aşağı doğru nârince belinden kavramış!
Ve sol eli ile de kızını sol elinden sıkıca tutmuş.
Kızının sağ omuzuna kendi sol eli ile şefkât dolu bir his ile dokunmuş!
Ve avını yakalamış bir kartal gibi kavramış...
Hanımı, kocasına,
Kızı babasına bakıyor hasret ve muhabbet dolu gözlerle.
Denizci astsubay da tahassür dolu bakışını hem eşine hem de kızına adamış!..
Hasret dolu günlerden, aylardan sonra kavuşmanın sevinci ve heyecanı ile birbirlerine kenetlenen üç insan,
Aynı hissiyâtın potasında eriyip handiyse yek vücut olmuş.
Târiflerin dar geldiği, sözcüklerin kifâyet etmediği doyulmaz bir aile saadeti bundan daha güzel nasıl anlatılır ki?
Her insanın bir hikâyesi vardır.
Her hikâyenin de bir kahramanı...
Bizlerin hikâyesi, Türk Deniz Kuvvetleri; Türk Deniz Kuvvetlerinin kahramanı da Deniz Astsubaylarıdır, can dostlarım.
Götür bir Rus’u hamama! Üç defâ kesele, altından Türk çıkar!
Alın bir savaş gemisini, neresini kazırsanız kazıyın!
Kazıdığınız her yerde bahriyeli astsubayın ömrünün varını, alnının terini, elinin emeğini, gözünün nûrunu, parmağının izini görürsünüz.
Türk Deniz Kuvvetleri savaş gemilerinin hâfızası, hakîki sâhibi, emekcisi ve esâs vurucu gücü olan astsubaylara duyulan vefâ, şükran ve minnetin bir nişânesi olarak
Deniz astsubayını tasvir eden Yuvaya Dönüş Anıtı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda Deniz Astsubayına ithaf edilen ilk ve tek anıtdır. Bu bakımdan biz Deniz Astsubayları için fevkalâde önemlidir.
Bu cümleden olmak üzere Yuvaya Dönüş Anıtı hediyelik şeklinde imâl edilmelidir. Hasreti, saadeti, sevgiyi, şefkâti, huzuru, tahassürü, tutkuyu ve aile olmayı bu heykelden daha güzel anlatan başka bir teberik bulamazsınız... Her astsubay, en az iki dâne satın almalı, birini eşine dostuna hediye etmelidir. Dört müşteriniz şimdiden hazır, şu bahriyeli fukaradan söylemesi.
Hesabı tutulmamış kaç gün, kaç hafta; belki de kaç ay birbirine hasret kalmış aile efrâdının; ananın, babanın ve çocukların vuslatı ve yek vücut olması taşa bundan daha güzel nasıl nakşedilir ki?..
Tecrübey ile sabit, biliriz. Benim de ömrümün en güzel dönemi olan evliliğimin ilk on senesi işte böyle geldi geçdi Levendler! Elleriyle şekil verdiği heykele yüreğindeki hissiyâtını da büyük bir mahâret ile katan
Ve
Biz denizcilerin hissine böylesi vukufiyet ve yetkinlik ile tercüman olan Prof.Dr. Sait RÜSTEM’e bu vesileyle bütün denizci astsubaylar nâmına buradan saygı ve hörmetlerimi gönderiyorum.
Seferden yuvasına dönen Bahriyeli Astsubay, eşi ve kızı ile doyasıya sarılıp kucaklaşa dursun,
Deniz astsubaylarını tafdil eden bu anıtın hikâyesini geliniz dostlar, biz birlikde yazalım târihin ebedî belleğine.
Zamânın Donanma Komutanı, merhum Oramiral Güven ERKAYA... Kıbrıs Barış Harekâtında eski T.C.G. Kocatepe Muhribinin Komutanı. Muharip bir Komutan ve 1974 Kıbrıs Gâzisi. Konuşmakdan çok dinlemeye meyyâl, herkesin fikrine kıymet veren, adâlet duygusu çok kuvvetli, dirâyetli, teşrihci, son derece zeki, akl-ı selim;
Bir o kadar da şefkât dolu bir insan her şeyden önce. Yapmacık tavırlardan, teşhircilikden, ucuz kahramanlıkdan ve hele dalkavuklardan nefren eden bir asker.
Harp Filosu Komutanı ise Tümamiral Salim DERVİŞOĞLU. Pamuk dede desem kâfi gelmez. Evladım git şu pencereden kendini aşağı at dese, hiç tereddüt etmeden atlarsınız hani. Korkduğunuzdan değil ha! Bilâkis, sevip, saygı duyduğunuzdan elbet! Oramiral Güven ERKAYA için söylediğim her şeyi Tümamiral DERVİŞOĞLU için de söylemek, kendisini sitâyiş ile yâd etmek benim için ne büyük bir keyif. Mizaçları birbirine birebir benzeyen iki müstesna Komutan...
Sayın ERKAYA’yı rahmet ve şükranla, Allah uzun ve sıhhatli ömür versin Sayın DERVİŞOĞLU’nu da tâzim ile yâd ediyorum huzurunuzda.
Bu dönemde bu satırların yazarı da T.C.G. Oruçreis Fırkateyn’inde Telsiz Branşı Kıdemli Astsubayı idi. Kendileri ile sayısız defâ bir araya geldik. Her iki subay ile aynı havayı teneffüs etdik. Gemimizi kaç kere teşrif ettiler. Karavana yedik, çay içdik, sohbet etdik.
Her ikisi de teşrifatcılıkdan hazzetmez ve tek başına gezerdi. Teftiş edeceği yerleri, her zamanki hâli ile; askerleri, günlük kıyafetinin içinde; herkesi, işinin başında görmek isterdi. Bu sebepden dolayı biz denizcilerin gönlünde bu iki subayımızın çok müstesna bir yeri vardır.
Yuvaya Dönüş anıtı hakkında bilgi arar iken, heykeltıraşı Prof.Dr. RÜSTEM’in Seymenler diyârı Ankara’da yaşadığını öğrendim. Heykelin hikâyesini, heykeli yapan sanatcısından duymak heyacan verici bir fikir idi. Bu maksat ile kendisini atölyesinde ziyaret etmeyi tasarladım.
Sayın RÜSTEM’in telefon numarasını buldum. Cumhuriyetimizin doksanıncı yılını idrâk ettiğimiz bu senenin üçüncü ayının ilk Cumartesi günü öğleden sonrası Sait Hocamı aradım ve niyetimi kendisine fâş etdim. Sağolsunlar, “Gelin, görüşelim” dedi. Dâvete icâbet etmek gerek değil mi? Biz de Prof.Dr. Sait RÜSTEM ile görüşmek üzere ertesi günü maaile yola vurduk kendimizi.
Dört tekerlek üzerinde yarım saatlik bir yolculukdan sonra, Sait Hocamın mahallesine vâsıl olduk. O civarda oturan bir mahalleliye Hocamın adresini sorduk. Bir çay içimlik daha gittikden sonra tatlı bir tesadüf eseri Sait Hocamı, oğlu Ahmet Can ile birlikde bakkaldan gelir iken evinin önündeki yolda gördük!
Ben, hocamı tavsırından tanıyordum. Fakat kendisi beni hiç görmemişdi. Yanına varınca arabayı durdurdum. Selâm verir vermez sanki Sait Hocam bizi bekliyormuş gibi hoşgeldiniz dedi ve eli ile atölyesini gösterek arabamızı park edeceğimiz yeri işâret etdi.
Bir Pazar günü öğle üzeri Sait Hocamın atölyesinde buluşduk, tanışdık. Kısa ve hoş bir hasbıhâlden sonra Yuvaya Dönüş heykeli konusunda sohbete koyulduk.
Buyurun, Yuvaya Dönüş heykelinin hikâyesini, heykeltıraşı Prof.Dr. Sait RÜSTEM’in kendisinden dinleyelim;
"Zamânın Donanma Komutanı Oramiral Güven ERKAYA’dan heykel yapmak üzere bir dâvetiye aldım. Akabinde Gölcük'e gidip kendisi ile makâmında görüşdüm. Benden, denizci askerin seferden dönüşünde ailesi ile kavuşmasını anlatan bir heykel yapmamı ricâ etdi. Heykelin adı hemen orada kendiliğinden ortaya çıkdı; Yuvaya Dönüş!"
Hazırlayıp dosyaya koyduğu resimlerde bana heykelin bütün özelliklerini Sait Hocam tek tek anlatdı.
"Hocam" dedim, "heykele konu olarak astsubayın konulmasını Komutanımız mı istediler yoksa sizin kendi tercihiniz mi?” diye sordum.
“Bana verilen dosyada astsubay resimleri vardı. Heykele konu olarak Denizci Astsubayın seçilmesi Sayın ERKAYA’nın kendi tercihidir” dedi.
"Heykel üzerinde çalışmaya hemen başladım. Önce bir kaç eskiz çizdim. Kendisine gönderdiğim eksizlerden, şu an heykelini yaptığım örneği seçdi Sayın ERKAYA. Bu örnek üzerine, bire bir ölçüde çamurdan bir maket hazırladım. Bu maketi görmeye kendisi atölyeme bizzat geldi. Çamurdan numuneyi eni konu inceledikten sonra “Tamam hocam. Elinize sağlık, çok güzel olmuş, dedi. Sayın RÜSTEM, “Hattâ” diyerek konuşmasına şöyle devam etdi; Çamurdan örneği görmek için bizim mahalleye geldiği gün, bitişik binada düğün vardı. Sayın ERKAYA geldiğinde, bu düğün alayı ile karşılaşdı. Polisler, Komutana yol vermek üzere düğün alayının önünü kesmiş idi. Fakat komutan buna razı olmadı. Kendisi arabasında bekledi ve gelin arabasına hemen yol verdi."
"Çamur örnek konusunda anlaşdıkdan sonra alçıdan kalıp almak için polyester model hazırladım. Daha sonra da tunc madenini eritip heykeli kalıba dökdüm. İki tondan fazla tunc sarf etdim. Sonra anıtı, Ankara’dan götürüp Gölcük’de şu anda durduğu yerden biraz daha sol ve yukarı tarafda bir yere yerleştirdik. Sayın ERKAYA, anıtın daha göz önünde olması ve Gölcük Ana Deniz Üssü’ne gelenlerin ilk önce bu anıtı görmesi için şimdi durduğu yere nakletdi" dedi.
Her saatin bir hükmü vardır.
Her ziyâretin de bir zevâli...
Yuvaya Dönüş Anıtı’nın hikâyesi hakkındaki maksadımız hâsıl olmuş idi. Bizi atölyesinde ağırlama nezâketinden dolayı Sayın Profesöre teşekkür edip vedâlaşdık.
Yuvaya dönüşü anlatan bir anıt yapdırmak ve bu anıta da astsubayı konu etmek fikrinin Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı merhum Oramiral Güven ERKAYA’ya ait olduğunu, heykelin sanatcısından duymak beni ziyâdesi ile memnun etdi. Çünkü arkadaş canlısı bir insan olan rahmetli komutanın, astsubaylara dâima samimiyet, muhabbet ve şefkât hissi ile bakdığının en yakın şahidiyim. Aşağıda anlatacağım ve kendisinin yapdığı diğer iz bırakan yenilikleri de okuyunca bana hak vereceksiniz.
Heykelin yapımı, Oramiral Güven ERKAYA’nın Donanma Komutanı olduğu dönemde sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz Heykeltıraş Prof.Dr. Sait RÜSTEM’e sipariş edilmiş.
Sakarya Meydan Muharebesinin önemli safahâtına sahne olmuş hâkim mevzilerden biri de Ankara Polatlı’daki Kartaltepe’dir. Bugün üzerinde, Türkiye’nin en yüksek Mehmetçik Anıtı kabul edilen dev bir anıt var. Yolunuz düşerse mutlaka gidip, görün. İşletmeye yeni açılan hızlı tren hattına ait tünelin tam üzerine yerleştirilen ve düşmana “Dur!” diyen Kahraman Mehmetciği simgeleyen 32 metre yüksekliğindeki bu heykeli, Ankara – Eskişehir karayolunun uzak noktalarından bile rahatlıkla görürsünüz. Polatlı’ının fârikası da bu anıtdır dostlarım. İşte, bu anıtın Heykeltıraşı da Prof.Dr. Sait RÜSTEM’dir.
Açılış târihinde Oramiral Güven ERKAYA Deniz Kuvvetleri Komutanı,
Oramiral Salim DERVİŞOĞLU da Donanma Komutanıdır.
Sayın ERKAYA, deniz kurdu astsubayın hakkını teslim etmek için yiğidin yuvasına kadar gelmeyi kendine şeref bilmiş. Taa Ankara’dan Gölcük’e kadar gelmiş ve heykelin açılış kurdelasını bizzat kendisi kesmek nezâketini gösdermiş.
Yuvaya Dönüş Anıtı hakkında makâle yazmaya karar verdikten sonra bilgi belge derlemeye başladım. Çok aradım fakat bu Anıta ve hikâyesine dâir sâdece bir kaç resim, bir iki satır yazı bulabildim. Şu an okuduğunuz yazı, bu heykel konusunda yazılmış belki de en tafsilatlı ilk ve tek makâle. Hiçbir yerde bulamayacağınız kapakda gördüğünüz resmi bile Heykeltıraşı Prof. Dr. Sayın Sait RÜSTEM’in arşivinden kerimem aldı.
Heykelin açılışını haberleşdiren yegâne gazete olan Milliyet, o güne dâir sayısında konuya ilişkin şöyle yazıyor;
Deniz Kuvvetleri Personeli'nin seferden döndükten sonraki mutluluğunu simgeleyen “Yuvaya Dönüş” heykeli, Gölcük Donanma Komutanlığı'nda Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven ERKAYA tarafından törenle açıldı.
Kaidesiyle birlikte 7 metre yüksekliğinde olan heykeli, Heykeltraş Sait RÜSTEM yapdı. Oramiral ERKAYA “Denizciyi seferde ayakta tutan, onu karada bekleyen ailesidir. Bir denizci, görevden döndükten sonra ailesiyle buluşduğu anda yaşadığı mutluluğu hiçbir yerde yakalamayaz” dedi.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Erkaya, heykeltraş Sait Rüstem'e şilt verdi.
Açılışa; Kocaeli Valisi Memduz ÖZ, Donanma Komutanı Oramiral Salim DERVİŞOĞLU, Donanma’da görevli subay ve astsubaylar ile davetliler katıldı.” 07.09.1997 Milliyet gazetesi.
Gazete haberinin târihi 7 Temmuz. Demek ki Yuvaya Dönüş Heykeli bir gün önce, yani 6 Temmuz 1997 tarihinde hizmete açılmış. Törene ben ve gemimdeki arkadaşlarım iştirak edemedik. Çünkü bizler o günlerde, hattâ aylarda tam 105 gün devam eden meşhur FOST eğitimi için TCG Oruçreis Fırkateyni ile İngiltere’de deniz görevinde idik.
Heykel yerine konulduktan haftalar sonra görevimiz bitti ve Gölcük’e döndüğümüzde gördük. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir heykelin yapılacağına dâir bir haber de duymamış idik. Çünkü 1997 senesinde Gölcük’de kaldığımız günlerin yekûnu iki elimin parmakarının sayını geçmez. Gölcük’e geldikten sonra heykeli ilk gördüğümde sevinç, gurur ve heyecandan ayaklarımın yerden kesildiğini bugün gibi hatırlıyorum.
Heykelde; seferden döndükten sonra eşini ve kızını hasret ile kucaklayan bahriyeli bir astsubay üstçavuş, ailesiyle birlikte resmedilmiş. Deniz Kuvvetleri Komutanımız Oramiral Güven ERKAYA’nın bu heykele denizin kahrını çeken deniz astsubayını konu etmesi onun şaşmaz takdir yeteneğinin ve yüksek kadirşinaslığının açık bir tezâhürüdür. Kendisinin kadirşinaslığının tek isbatı bu değil. Bakınız daha neler yapdı. Eee, dostlarım; “İzden yürümek” kolaydır da “iz bırakmak” değildir!
Sayın ERKAYA, Donanma Komutanı iken bir gün âniden gemimize geldi ve şöyle dedi;
"Arkadaşlar, gemiciler olarak sizlerin çekdiği meşakkâti, ne kadar zor şartlar altında görev yapdığınızı ve yıprandığınızı iyi biliyorum. Eşiniz, çocuğunuzla; ananız, babanız ile dinlenip senenin yorgunluğunu atacağınız kamplar yapdıracağız. Herkese her yıl bir defâ kamp tahsis edeceğiz. Sizler daha fazlasını hak ediyorsunuz. Teklif dosyasını hazırlattım ve Kuvvet’e gönderdim" dedi. Bizim ile samîmi hisler ile hasbıhâl etdi, çayımızı içdi ve kendisini gemimizden uğurladık.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevi sona ermiş idi. Kendisi göremedi. Fakat inşaatını başlattığı tesislerin kurdelasını, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini kendisinden devralan halefi Oramiral Salim DERVİŞOĞLU kesdi. Sayın Güven ERKAYA, sözünü tutmuş ve dediğini yapmış idi.
Kendisinin emir astsubaylığını yapan bir meslek büyüğünden duydum. Yazımı okursa, ismini kendisi fâş edebilir. Sayın Komutanımız; 1991 senesinde, İzmir’de Saha Komutanı iken karargâh subaylarına emir vermiş. Demiş ki astsubaylara da gece kıyâfeti (mess dress) tahsis edilmesi için hemen bir çalışma yapın ve dosyayı tezelden Kuvvvet’e gönderelim. Kendisi basiretli davranmış ve Genelkurmay Başkanlığının astsubaylara gece kıyafeti tahakkuk etdirmesinden yaklaşık 20 sene evvel bu girişimi başlatmış idi.
Bugün astsubaylara gece kıyâfeti verilmesi konusunda da merhum Komutanımız ERKAYA dirayetli ve basiretli davranmış, doğrudan vesile olmuşdur.
Dosya hazırlayıp Kuvvet’e göndermek her komutanın harcı değildir. Hele bir de astsubay hakları söz konusu ise mangal gibi yürek ister. Rahmetli Komutanımızın yüreği mangal gibi idi. Hem de koskoca bir mangal gibi...
İz bırakmak herkesin harcı değildir demiş idik. İz bırakan bir Komutan olarak ismini gönüllerimize nakşeden Oramiral Güven ERKAYA’nın biz denizci astsubay ve subaya unutulmaz bir iyiliği daha var. Onu da anlatalım da kimin neler yapdığına târih şahit olsun. Suüstü Gemi Görev Tazminâtı.
1996 senesi olsa gerek. O zamâna kadar karada görev yapan ile gemide görev yapan astsubay/subay maaşları aynı idi. Gemi hizmetimin 10 senesinde ben de böyle görev yapdım. Merhum, kendisi Donanma Komutanı iken Gölcük’de bir öğlen vakdi âniden bizim gemimize, T.C.G Yıldırım Fırkateynine çay içmeye geldi.
Gösterişden, yapmacık davranışdan ve yağcılıkdan nefret eden ve bu tür insanları şiddetle paylayan bir kişi olan Komutanımız
Her zamân olduğu gibi gemiye geleceğini gene kimseye söylememiş idi. Çalışma yerlerimizi şöyle bir dolaşdı. Bizim kamaramıza geldiğinde şöyle dedi;
"Bu mesleğe ilk girdiğim yıllarda dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden bir husus var idi arkadaşlar. Bugün bu konuyu sizler ile konuşmak için geldim geminize. Suüstü Gemi Görev Tazminâtı. Sizler burada geminin kahrını çekerken karada görevli arkadaşlarınız ile aynı maaşı alıyorsunuz. Bu olmaz, vicdan bunu kabul etmez. Denizaltıcılar bu tazminatı senelerden beri alıyor. Gemide görev yapana şimdilik sembolik de olsa bir tazminât verilmesi için dosya hazırlattım ve dün Kuvvet’e gönderdim. Biraz bekleyin lutfen" dedi, çayını içdi ve gitdi.
Demek ki Suüstü Gemi Görev Tazminâtı konusunda, mekânı cennet olsun, kendisi her türlü hazırlığı yapmış ve bize müjde vermeye gelmiş idi. Nasıl olsa Ağustos ayında Kuvvet Komutanlığına terfi edecek, gönderdiği dosya kendi eline gelecek idi. Sayın Komutan, dediğini gene yapdı.
Kısa bir zamân sonra az da olsa gemiciliği taltıf ve teşvik eden bir suüstü gemi tazminâtı verilmeye başlandı. Rahmetli ERKAYA yeni bir yol açmış ve kendi ifâdesi ile sembolik dediği gemi tazminâtını Kânun’lara işletmiş idi. Daha fazlasını yapabilecek imkânı olsay idi şâyet yapacağından hiç şüphem yok.
Ne yazık ki kendisinden sonra göreve gelen komutanlar, Sayın ERKAYA’nın bu vasiyetine sahip çıkmadı. Gerçekten sembolik olan gemi tazminât miktarı, gemiciliği teşvik edecek, vicdanları rahatlatacak bir düzeye yükseltilmedi. Ahde vefâsızlık bu olsa gerek!..
Merhum Güven ERKAYA’nın bir farkı daha vardı. O zamâna kadar tayinler hep Mayıs ayının sonunda ya da Haziran ayının ilk haftalarında açıklanır idi. Garnizon dışına gidecekler için bu târih geç oluyor ve yeni birliğe taşınmak, ev tutmak, okul bulmak, çalışan eşlerin nakli gibi konularda ciddî sıkıntı veriyor idi.
Kendisi Kuvvet Komutanı olduğu iki sene boyunca, tayinler Nisan ayında açıklandı. Herkesin hep şikâyet ettiği ve kimsenin sahiplenmediği bu meseleye de derinden bir neşter atdı rahmetli. İki sene boyunca tayin edilenler yeni birliklerine kolayca katılabildiler. Rahat rahat evini kiraladı, taşındı, çocuğuna okul buldu, eşini naklettirdi. Kendisinin görev süresi bittikten sonra yerine gelen komutanlar bu usulü ne yazık ki devâm ettiremediler.
Bir gün yolunuz düşer de Kocaeli’nden geçerseniz, yol kenarında durup üç beş paket pişmaniye alın. Küçük hediye sevgiye; büyük hediye ise saygıya vesile olur. Pişman olmazsınız. Eşinizin dostunuzun gönlünü alırsınız.
Değirmendere’nin denize nâzır çay bahçelerinden birisine oturup bir mola verin. İzmit Körfezi’ni seyre dalarak ince belli cam bardakda çayın keyfini çıkartın. Yorgunluğunuzu hemen alır. Zamanı ise şâyet o tâze fındıklarından alıp doyasıya yeyin. Soyadı gibi uysal olan sevgili devre arkadaşım Özgün UYSAL buradadır. 30 seneden fazla oldu kendisini görmeyeli. Rast gelirseniz şâyet selâmlarımı söyleyin. Gözlerinden hasretle öperim.
Karamürsel’den geçerseniz, kime sorsanız söyler size. Bahar vaktiy ise sormasanız da olur. Ihlamur kokusunu takip edin, bulursunuz. Bizim mahalleye uğrayıp ıhlamur ağacının olduğu sokakdan şöyle bir geçin. Ciğerleriniz ıhlamur kokusuyla bayram etsin. Haa bir de sınıf arkadaşım ve Soyadını kızıma isim olarak verdiğim kardeşim Hilmi ECE var orada... Kendisi şimdi Tuzla’da bir üniversite’de Hoca... Sevaptır, selâmımı söyleyin. Gözlerinden hasretle öperim.
Bahriyelinin Yuvası Gölcük’e yolunuz düşer ise dostlar, gezinizi biraz uzatmak için bir değil iki sebebiniz var. Polyanna’ya bile taş çıkartacak kadar iyimser ve neşeli bir insan olan Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’ndan sınıf arkadaşım 954 Engin KORKMAZ orada. Üç sene boyunca aynı sınıfın sıralarında okuduk, aynı yatakhanenin ranzalarında yan yana uyuduk. Ne güzel günlerdi o günler...
|
Sene 1979, güz aylarından birisi... Deniz Astsubay Hazırlama Okulu ikinci sınıfta idik. Dersimiz, fizik; hocamız harika insan, mükemmel hoca Yarbay Mustafa KAZEZYILMAZ... Ders işlerken birden kapı çalındı ve sınıfa bir hanımefendi girdi. Elinde kocaman bir pasta ve şişeler dolusu çeşit çeşit meyve suyu... Engin’in anası imiş!.. Engin’in babası da deniz astsubayı idi. Hem de denizaltıcı… Doğum gününü kutlamak için taa Gölcük’den kalkıp İstanbul Beylerbeyi’ndeki sınıfımıza kadar gelmiş. Mustafa Hocamız derse ara verdi ve sınıfın içinde hep beraber Engin’in doğum gününü kutladık o dersde. 3 senelik öğretim süresinde kutladığımız ilk ve tek doğum günü idi bu... Analık bu olsa gerek.
Mezuniyetten beri görmedim Engin’i... Selâmımı söyleyin. Anasının elinden, Engin’in ve oralardaki sınıf arkadaşlarımın hepsinin gözlerinden muhabbetle öperim.
Yuvaya Dönüş’ü yayınlandıkdan 14 ay sonra yukarıda resimini gördüğünüz değerli sınıf arkadaşım Engin KORKMAZ, 9 Eylül 2014 Salı günü aramızdan ayrıldı. Kendisine Allah'dan rahmet dilerim. Mekânın cennet olsun “Seyirci” Engin kardeşim.
Sonra, gezinizin asıl hedefine teveccüh edin. Deniz Üssü’nün Doğu Nizamiye girişine doğru yürüyün ve Türk Deniz Astsubayına duyulan şükranın ve minnetin ebedî ve en müşahhas ifâdesi olan Yuvaya Dönüş Anıtını ziyâret edin.
Ziyâret etmekle iktifâ etmeyin, bir iki resim çektirin. Zira başka yerde bulamazsınız, kendi türünün biricik örneğidir. Denizci, hattâ asker olmasanız bile bir baba, bir ana ya da onların yavruları olarak sizler, bu heykelde kendinizden mutlaka birşeyler bulacaksınız. Görmek istediğiniz her şeyi görürsünüz bu Anıtda; hasret, mutluluk, saadet, tahassür, sevgi, şefkât, duygu, tutku... Hattâ daha fazlasını...
Bu dünyâda herşey nasip kısmet işidir. Kısmetde ne varsa kaşıkda o çıkar.
Deniz Astsubayı olmama rağmen
Gölcük’de iken Yuvaya Dönüş Anıtı’nın önünde ailem ile birlikte resim çekdirmek bize o yıllarda kısmet olmadı.
Fakat heykeli ile resim çekdiremesek de
Heykeltıraşı Prof.Dr. Sait RÜSTEM ve sevimli oğlu Ahmet Can ile birlikde ailecek resim çekdirmek ile bahtiyarım.
|
|
Her şehirin bir fârikası vardır. Her insanın da târihde bırakdığı bir iz!..
Yuvaya Dönüş Anıtı, Türk Donanması’nın kalbi Gölcük’ün fârikasıdır,
Yuvaya Dönüş Anıtı, Ormairal Güven ERKAYA'nın târihde bırakdığı izdir!..
Oramiral Güven ERKAYA;
Yuva Dönüş Anıt’ını yapdırdığınız için yüzbinlerce Deniz Astsubayı size bugün dahi dualarını gönderiyor.
Mekânınız cennet olsun!..
Bugün, 6 Temmuz 2013. Yuvaya Dönüş Anıtı’nın 17’nci doğum günü!
İyi ki doğdun Yuvaya Dönüş Anıtı; Nice yılllara!..
Dünya durdukca bütün heybetinle sen de yerinde öylece dur!
Fârikası olmak da târihde iz bırakmak da önemlidir, kıymetli dostlarım!
Ne mutlu, fârikası olana,
Ne mutlu, tâ rihde iz bırakana!..
İntibâkların Seyir Defteri
Güzel yurdumun ferâsetli ve hamiyetli insanları için pek âşina bir kelime değildir.
Duymayanlar da bilmez. Niye bilsin ki? Devlet memuru olanları ilgilendirir sâdece.
Nedir bu kelime?
İntibâ k.
İntibâ k demek “uyum; iki şeyin ölçülerinin birbirinin tutması” demek.
Türk Dil Kurumu’nun örütbağdaki Büyük Türkce Sözlük’de böyle yazıyor.
Astsubayların son 11 seneden beri gündem ettiği intibâ k konusunun kolayca kavranması için
Meseleyi şöyle izah edelim izninizle.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütün memurları 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'na tâ bidir.
Devlet memurlarının maaş, tayin, terfi, taltıf ve tecziye gibi işleri bu Kânun esâslarına göre yapılır.
Devlet memurları, bu Kânun’a göre her 1 senelik hizmetinin sonunda 1 kademe alır.
Her 3 kademe sonunda da 1 derece alır.
Aldığı her kademe ve dereceye karşılık olarak makâmı yükselebilir ve maaşı bir miktar mutlaka artar.
Anayasamıza göre herkes; yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sâ hipdir. Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından mahrum edilemez.
işde, bu düşünceyle hareket edip
Anayasa’nın her vatandaşa verdiği eğitim hakkını kullanmak isteyen lise mezunu bir devlet memurunun görevdeyken kendi nam ve hesâ bına üniversite eğitimi aldığını farzedelim.
Aldığı her 1 senelik eğitim karşılığında o anki maaş derecesine 1 kademe ilâve edilir.
Örneğin lisans düzeyinde eğitim almış bir memura 4 kademe ya da 1 derece ve 1 kademe verilir. Bu bakımdan intibak işlemi, memurun makâmına ve maaşına doğrudan tesir eden önemli bir hususdur.
Ezmânın tebeddülü ve ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz derdi babamınbabası.
İşde bu kelâm-ı kibârda dedemin dediği türden bir keyfiyet vuku bulmuş, Türk Silâ hlı Kuvvetlerimizde.
Önce subay okullarında verilen öğretim süresini yükseltmişler.
Bir hayli zamâ n sonra da astsubay okullarının öğretim seviyesini yükseltmişler.
Hâl böyle olunca da intibâ k hazretleri zuhur eylemiş orta yere ve bakalım ne inciler dökdürmüş?
Haydi, beraber görelim.
* * * * *
1960 senesinde tertip etdikleri 27 Mayıs subay darbesinin dumanının,
Memleketin üzerinde tütmeye devâm etdiği 1969 senesinde
Bakanlar Kurulu ceffelkalem bir Karârnâme hazırladı…
Bu Karârnâme aslında taa 1928 senesinde meriyyete konulmuş başka bir Karârnâme’nin Beşinci Maddesinde “küçük” bir değişiklik yapıyormuş gibi görünüyor idi...
Fakat bu Karârnâmeye imzâ atan vekillerin ve tekâüd zâbit Cumhurbaşkanı’nın niyeti görünenden farklı idi…
Harp Okulları 1969 senesine kadar “kânunsuz” olarak faaliyet icrâ ediyorlar idi. Bir başka ifâde ile; TBMM’nin haberi ve izin olmadan Kara, Deniz ve Hava Harp Okulları subay mezun ediyorlar idi. Harp Okullarının böyle “kânunsuz” olarak eğitim-öğretim verdiğini TBMM’ye izah edemeyeceklerini bilen Bakanlar Kurulu, bir oldu-bitti tertib ederek atı alıp Üsküdar’a geçmek isdiyorlar idi. Zaman ve zeminin şimdilik müsâit olmadığının farkında olan Bakanlar Kurulu, ilk defâ hazırlayacakları Harp Okulları Kânununu TBMM’ye kabul ettiremeyeceklerini de gâyet iyi biliyorlar idi…
Bizim subayların tezgahladıkları oyunlarda her zaman kaçak bir yol, bir çâre bulmak mümkün idi. Kânun ile TBMM’de yapamayacaklarını; karanlık mahvillerde ayartacakları bakanlara cebren ya da hile ile imzâlatacakları bir Karârnâme ile şimdilik pekâlâ yapabilirler idi…
Öyle de yapdılar…
27 Mayıs darbeci subaylarının başını çektiği kulis çetesi;
Yüce Türk Milletinin yüksek irâdesinin yegâne tecelligâhı olan TBMM’nin denetiminden kaçırarak tertip etdikleri
Aşağıda gördüğünüz 6/12.691 Sayılı Karârnâme ile,
Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarının eğitim-öğretim süresini,
1969-1970 senesinden başlamak üzere üç seneye çıkartdılar.
Tekâüd zâbit Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’ın imzâladığı bu Karârnâmenin “tasdik târihinin” eksik olduğuna lutfen dikkat buyurunuz!..
Burada yeri gelmiş iken bir hakkı teslim etmeliyim. Harp Okulları eğitim-öğretim süresi konusunda meslek büyüğümüz Emekli Kara Mâliye Astsubay Fahrettin BAĞRI fikir teati eder iken kendisinden öğrendim. 27 Mayıs darbesini yapan darbeci subayların yazdırdığı 1961 Anayasasında hükumetin Kânun Hükmünde Karârnâme (KHK) çıkartma yetkisi yok imiş. Akılları başlarına sonradan gelen darbeci subaylar 1971 senesinde tertip etdikleri 1488 Sayılı Kânun ile; TBMM’nin belli konularda Bakanlar Kuruluna KHK çıkartma yetkisi vermesinin yolunu açmışlar. Bu hakikâtden ortaya çıkan korkunç rezâlet şudur;
* * * * *
1971 muhtırasına giden yola taşların tek tek döşendiği bir dönem...
Basiretsiz ve beceriksiz siyâsetçilerin kısır çekişmeleri ayyuka çıkmış. Arsızca tertipledikleri ayak oyunlarının bini bir para. Ne de olsa kendi karınları tok, sırtları pek. Halk, kimin umurunda. Sağ-sol, ileri-geri vs. ayrışması, vuruşması. Stokcu ve para babası üç beş fırsatcı sömürücü sermâye sâ hibi hâriç bütün halk aç, bîilaç, perişan...
Millet hâlinden memnun değil. Hayat pahalılığı, işsizlik, umutsuzluk, yolsuzluk, hırsızlık, uğursuzluk kol geziyor. Hayâli ihracât yapıp tüyü bitmemiş eytâmın hakkını hortumlayan Başbakan yeğenleri insandan sayılıp itibâ r görüyor. Hastane önünde bekleşen bîçâ re hastalar, banka önünde üç aylıklarını almaya çalışan ve gıdasızlıkdan dolayı avurtları içine çökmüş perişan emekliler kuyrukda ölüyor. Herkes tedirgin, herkes huzursuz. Türk milletini gene kara günler bekliyor. Fitneciler, fesatcılar, fırsatcılar, hâinler iş başında. Gelecek günler meşum olaylara gebe...
Genelkurmay Başkanı, Kâ nun’un 35’inci maddesinin kendisine tevdi ettiği salâhiyete dayanarak zamânın hükümetine bastırıveriyor 71 muhtırasını. Amaç, zâhirde terörü ve anarşiyi önlemek. Yıllar sonra muhtıracıların başı “Sosyal gelişme iktisâdi gelişmenin önüne geçti' diyerek ağzındaki baklayı çıkartıp “sözde” değil de “özde” gerekceyi fâş etmişdi. 12 Mart 1971 müdâ halesini, aşırı bir gelişme olarak gösteren TSK’nin asıl amacı sokakdan gelen halk hareketini basdırarak iktisâdi gelişmenin önüne geçmek idi.
Zamânın hükümeti, milletin daha iyi şartlarda yaşamak talebini görmezden gelmişdi. Halk ekmek bulamazken her neviden ekâbir takımı kaymaklı pastaları löpür löpür indiriyordu börkeneklerine. Milletin bu meşru hak arama hareketini “aşırı bir gelişme” olarak, kendi keyiflerine göre tehdit olarak yaftalayan subaylarımızın askeriyesi ise bu muhtıra ile siyâsîlere göz dağı verip halkın burnunu şöyle bir sürtmeye tevessül etmişdi aslında.
Aymaz, arlanmaz ve hırsız siyâsetcilerin ülkeyi idâre etmekdeki acizliği karşısında isyâ n noktasına gelen sokakdaki vatandaşın ayaklanmasını basdırmaya yeltenen ordumuz,
Bu tespitden hemen ders aldı ve kendini geliştirmek, zamâ na göre yenilemek ihtiyâ cını hissetdi.
Bu konuda hemen harekete geçerek subayların eğitimine el atdı.
Ve harp okullarının eğitim süresini arttırmaya karar verdi.
2 sene olan harp okullarının öğretim süresi 4.8.1971 târih ve 1462 sayılı Kânun ile 3 seneye yükseltildi.
Kânun’un 4’üncü maddesinin lafzına dikkatli bakılırsa,
Bir zamân sonra öğretim süresinin 4 seneye yükseltilmesi için kılıfın daha 1971 senesinde hazırlandığı rahatlıkla görülebilir. (Bkz.↓)
Harp okulları, 1970 senesine kadar 2 sene süreli eğitim verdi. Bu sene, son kez asteğmen rütbesinde subay mezun etdi. Bir başka ifâ de ile, 1970 neşetli subaylar harp okulundan asteğmen rütbesiyle mezun olan son devre.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet ÖZEL de 2 senelik eğitim veren harp okulundan asteğmen rütbesiyle mezun olan 1969 neşetli bir subaydır.
Ezmân burada tebeddül etmiş. Kendisi tebeddül etmekle iktifâ etmemiş ve ahkâmı da tagayyür ettirmiş. Harp okullarının öğretim süresi 2 seneden 3 seneye yükseltildi. Ölüsü dirisiyle, muvazzafı emeklisiyle 2 senelik harp okulu mezunu subayların hepsine üçer kademe, yâ ni birer derece verilerek yeni duruma göre maaş intibâ kları yapıldı. Böylece subayların memuriyete başlangıç dereceleri 9’dan 8’e yükseltildi.
Harp okulları 1971 senesinde mezun vermedi. 1970 senesinde harp okuluna giren öğrenciler, 3 senelik eğitim aldılar ve 1972 Ağustos ayında teğmen rütbesi ile mezun oldular. Buradan şunu söyleyebiliriz; 1972 neşetli teğmenler, 3 senelik harp okulu mezunu olan ilk subaylar.
Yukarıda okuduklarınız, askeriyemizdeki intibâ kların seyir defterine nakşedilen ilk cümleler idi.
* * * * *
Harp Okullarının tahsil süresini 2 seneden 3 seneye yükselten
Ve dahi
Yukarıda gördüğünüz 4 Ağustos 1971 târihli kânunun TBMM’de kabul edilmesinden tam bir ay evvel
Evet, doğru okudunuz! Tam bir ay evvel...
Subaylarımızın intibâk kânununu meclisden koşar adım geçirdiler...
2 senelik Harp Okulu mezûnu subayların intibâk kânunu,
Harp Okulları tahsil süresi henüz 3 seneye yükseltilmesinden bir ay evvelinden hazır edilmişdi bile...
1323 sayı ve 31 Temmuz 1970 târihli kânun ile ihdâs edilen EK-VI sayılı cetvelde târif edildiği üzere
O târihde harp okullarından asteğmen mezûn ediliyor ve 10’uncu dereceden göreve başlatılıyor idi...
Bu intibâk işleminden sonra asteğmenler, bir derece terfi etdiler ve 9’uncu dereceden görev almaya başladılar.
2 senelik harp okulu mezûnu olan
Ve hattâ
Yedek subaylıkdan teskere bırakan devlet lisesi ve sanat okulu mezûnları da dâhil olmak üzere
Subaylarımızın hepsi
Aşağıda gördüğünüz kânunda târif edilen derece/ kademeden görev almaya başladılar.
Yukarıdaki cetvelde gördüğünüz üzere
Harp okulu mezûnu en küçük subay rütbesi, 1970 senesine kadar asteğmen idi. Bu asteğmenlerin görev başlangıç derece/kademesi de 10/1 idi.
1971 senesinde kabul etdirdikleri Harp Okulları Kânununun 6’ıncı maddesine göre
Harp okulları, asteğmen mezûn etmeye son verdi.
Ve teğmen mezûn etmeye başladı...
Bu hamle ile ne mi oldu?
Teğmenlerin görev başlangıç derecesi 9’uncu derece yerine artık 8’inci derece oluverdi.
Bugün de hâlâ öyle...
Bu kurnaz kurmay hamlesi ile subaylarımız aslında iki yeni mevzi kazandılar;
1. İçinde “ast” sıfatı olan “astteğmen” kamburundan Harp Okullarını kurtardılar,
2. Harp okulu tahsil süresinin 3 seneden 4 seneye yükseltilmesi ile subaylara gizli olarak 1 derece hediye edildi...
* * * * *
Harp okullarının tahsil süresi 2 seneden 3 seneye terfi ettirildikden bir kaç sene sonra
1975 senesinde Meclisden sessizce geçirilen aşağıda gördüğünüz şu kânun
Bu kez de
Yedek subaylıkdan teskere bırakan devlet lisesi ve sanat okulu mezûnu subayların imdâdına yetişdi...
Yukarıda gördüğünüz 1923 sayılı işbu kânun ile;
Ve dahi hem de
Ve hâsılı kelâm
1970 senesinde, harp okulu mezûnu en küçük subay, asteğmen idi. Başlangıç derecesi de 10.
1975 senesinde, harp okulları asteğmen mezûn etmeye son verdi, Teğmen mezûn etmeye başladı...
Yukarıdaki sayfalarda fâş eylediğimiz hukûkî düzenlemeler neticesinde,
1975 senesine geldiğimizde
Harp okulu mezûnu en küçük rütbe olan teğmenler artık 8’inci dereceden görev almaya başladı.
Ez cümle,
1970 ve 1975 senelerinde hemen meriyyete konulan iki kânun ile
2 ve 3 senelik Harp Okulu, devlet lisesi ve sanat okulu mezûnu subaylarımızın hepsine
Tam 2 derece
Ya da 6 kademe,
Bir başka ifâde ile
Tam 6 sene hizmet ve maaş terfisi hediye edildi...
İçinde bulunduğumuz 2013 senesinin ikinci ayında da
Subay cenâhında manzarâ-i umûmî, aşağıda gördüğünüz üzere...
Subaylarımızın yüksek istikbâline dâir olarak bugün Genelkurmay Başkanlığımız gündeminde
Harp okulları tahsilinin yüksek lisans seviyesine yükseltilmesi vardır.
Genelkurmay Başkanlığımızın bu konuda yapacağını da Eski Tüfek sizlere bugünden fâş eylesin!
2 senelik eğitim terfisi karşılığında subaylarımız, 1 derece (3 kademe) birden dikey terfi alacaklar...
Hem de 6 senelik harp okulları daha ilk mezûn teğmenlerini,
Belki de üsteğmenlerini henüz mezûn etmeden...
* * * * *
27.03.1979 târih ve 2218 sayılı Kânun’unun 4’üncü maddesi ile
1462 sayılı Harp Okulları Kânunu’na yapılan değişiklik ile 3 sene olan eğitim süresi 4 seneye yükseltildi. (Bkz.↓)
Ezmân bu. Laf, söz dinler; dur, durak bilir mi? Bilmemiş! Tebeddüle devam eylemiş.
Sonra ne olmuş? İntibâkların seyir defterinin üzerine divitin ucundan dökülen kelimelere yenileri eklenmiş.
Teğmenler için 3 senelik harp okulu öğretimi de kısa zamânda kifâyetsiz kalmış.
Harp okulunun öğretim süresini 1977 senesinde bu kez de 3 seneden 4 seneye tebeddül ettirmişler.
Harp okulları 1977 senesinde mezun vermemiş. 1978 Ağustos ayında 4 senelik eğitim alan ilk teğmenleri mezun etmiş.
Demek ki 1977 neşetli teğmenler, 3 senelik eğitim ile harp okulundan mezun edilen son subay devresi oluyor.
Müslüman bir ülkeyiz ve nüfusumuzun yüzde doksan dokuzu müslüman. Ordumuz da bu milletin sînesinden çıkıp gelmiş müslüman çocuklardan mürekkep. Öyle ise askerlerimizin de yüzde doksan dokuzu müslüman. İnsan, inancı üzerine amel eyler. İnancının vecibesini yapmak da insanı şereflendirir. Askerlerimizin de yüzde doksan dokuzunun inancı, akidesi üzerine amel eylemesi umulur. Öyledir de, biliriz.
Müslüman dininin akidelerinden birisi, hattâ belki de en önemlisi, adâletdir. Bunu çok iyi bilen Hz. Ömer (ra), islamın temeli olan bu akideyi “Adalet Mülk’ün Temelidir” veciziyle târihe nakşetmiş ve insanlığa miras bırakmış.
“Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma!” Bu hadis-i şerife mefhumu muhalifinden, yâni tersinden nazâr edelim; “Sana yapılan bir şeyi sen de başkasına yap!”
Hadisin anlamını bin dört yüz sene sonrasına, günümüze tefsir edelim.
Hiç vakit kaybetmeden subay için yaptığın maaş intibâk düzenlemesini astsubay için de yap.
Üstelik bu şeyi yapacağın kişi, hadisde bahsedildiği gibi “başkası” değil. Yabancı, hiç değil. Her yerde, her zamân ve her şart altında subay ile kader birliği eden astsubaya yapacaksın.
Aradan tam 11 sene geçdi. Niçin hâlâ hülle diyarlarında divâne divâne dolaşırsın?..
Makâlemizin konusuyla doğrudan ilintisi yok. Lâkin dikkatimi çekdiği için burada açıklamak istiyorum. 926 sayılı TSK Personel Kânunu astsubayı, “subaya yardımcı olarak görevlendirilen askerî şahıs” olarak târif etmiş. Fakat intibâkları konu olunca idâre, astsubaylara diyor ki sen, 657 Sayılı Devlet Memuru Kânunu'na tâbisin ve “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhil bir memursun. Nasıl mı oluyor?
926 sayılı TSK Personel Kânunu, “III-Gösterge tabloları” ara başlığı altında mezkur madde 137/c’ye istinâden; astsubaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kânunu, “Tesis edilen sınıflar” ara başlığı altında tefrik edilen “I-GENEL İDARE HİZMETELERİ SINIFI”na dâhil edilmiş. Genelkurmay Başkanlığımız vermiş bu karârı.
Fakat 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu madde 1 diyor ki;
Subay ve astsubaylar “Özel Kanun hükümlerine tabidir.” (Bkz.↓)
Bir başka ifâde ile, subay ve astsubayların bu Kânun ile herhangi bir ilgisi, âlâkası yokdur, olamaz.
Bu Kânun’un hükümleri subay ve astsubaylar için geçersizdir.
Ne var ki astsubayların intibâkı söz konusu olunca, 926 Sayılı TSK Personel Kânunu madde 137/c şöyle diyor;
“Astsubaylar, 657 Sayılı Devlet Memuru Kanununda tefrik edilen “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhildir.”
Kumandanlar, ağalar, paşalar!
Kararınızı verin gayrı.
Astsubaylar hangi Kanun’a tabidir?
* * * * *
657 Sayılı Devlet Memuru Kânunu'nun 2’nci maddesine göre TSK mensupları bu Kânun’un kapsamına dâhil değil. Peki, tamam. Bu sebeple astsubaylar, bu Kânun ile tespit edilen hiçbir sınıfa girmiyor, giremez.
Nasıl mı? Bakınız aynı Kânun’un madde 36’sı ne diyor; (Bkz.↓)
Şimdi, yukarıdaki Kânun hükmüne bakalım ve şu soruları soralım;
Kânun maddesi şöyle diyor;
“Bu Kânun’a tabi kurumlarda çalıştırılan memurların sınıfları aşağıda gösterilmiştir.”
Astsubaylar bu Kânun’a tâbi midir? Hayır tâbi değildir.
Çünkü
Aynı Kânun’un 2’nci maddesi öyle diyor.
Bu ne demek oluyor?
Astsubaylar, 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'na tâbi değildir.
Tâbi olmadığından dolayı da bu Kânun’da târif edilen hiçbir sınıfa dâhil edilemez.
Vay be dediğinizi duyar gibiyim!..
* * * * *
Astsubaylar, 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'nda tarif edilen “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhil midir? Hayır, dâhil değildir.
Kânun’un yukarıda gördüğünüz 36’ncı maddesi öyle diyor. Mâdem ki bu Kânun’a tâbi olmayan bir kurumda çalışıyor o zamân astsubaylar tâbi olmadığı bir Kânun’da târif edilen herhangi bir memur sınıfına dâhil edilemez.
Bir başka ifâde ile astsubayların “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhil edilmesinin hukukî bir mesnedi yok.
Demek oluyor ki idâre, astsubayları hukuksuz olarak bu memur sınıfına sokmuş.
Minâreden at beni, in aşağı tut beni.
Futbol topu gibi oradan oraya tepikle dur.
İşine gelince “sen memur değil, askersin” de, 926’ya doğru tepikle.
İşine gelmeyince “sen asker değilsin, memursun” deyip 657’ye yuvarla...
Ben hukukcu değilim. İlim ehli insanlar çıkıp bu konuyu açıklasın lutfen.
Şimdi, Mâliye Bakanlığı,
Millî Savunma Bakanlığı ve
Genelkurmay Başkanlığı
Oturup astsubayın;
Hangi Kânun’a tâbi olduğuna ve
Hangi memur sınıfına dâhil olduğuna karar versinler.
Yarım asırlık bu kakafoni bir an evvel zevâl bulsun gayrı. Bunu becerecek âkil insanları elbet var, biliyoruz.
* * * * *
Merakımı mucip oldu ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye’ye şöyle bir soru sordum. Dedim ki astsubayların 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'na göre Genel İdare Hizmetleri sınıfına dâhil olduğunu söylüyorsunuz. Aldım, kabul etdim. Peki, subaylar, aynı Kânun’da tefrik edilen memur sınıflarından hangisine dâhildir?
Aldığım cevap şöyle;
“Subaylar fakülte mezunu olarak göreve başladıkları için bu şekilde bir intibâk işlemi yapılmamaktadır.”
Bu cümlenin tefsiri şudur;
Subaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kânunu'nda tefrik edilen memur sınıflarından hiç birine dâhil değildir.
Subaylar fakülte mezunu olarak göreve başlıyorlar, güzel. Peki, kendi hesabına yüksek lisans, doktora yapan subayların intibâkını hangi Kânun’a göre yapıyorsunuz, muhteremler?
Peki can dostlar şu suâlime bir ses verin lutfen.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün memurları,
Hâttâ Başbakan ve Cumhurbaşkanı bile 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'na dâhil iken
Nasıl oluyor da subaylar bu Kânun’da tarif edilen hiçbir memur sınıfına sığmıyor?..
Bileniniz, duyanınız var mı?
Dâhil oldukları subay sınıfının da fevkinde kendilerine bir makâm ve pâye vehmeden şizofrenik zihniyetlerin peydahladığı uyduruk "üstsubay” kepazeliğini Kılıçlar ve Tüfekler isimli makâlemde izah etmişdim.
Aldığım bu cevapdan sonra şimdi de subayların hiçbir memur sınıfına dâhil olmadığını ve sınıf üstü mahlûkat olduğunu keşfetdim.
Haydi hayırlısı...
* * * * *
Maaş derece intibâkı hususunda subay cenâhında zevâhir bu minval üzerey iken
Bakalım biz astsubaylar cenâhında neler zuhur eylemiş?
Mâdem hak, hukuk, ast’ın vazifesi, üst’ün mesuliyetleri, öyleyse o cenâhda da keyfiyet emsâl olmalı mı diyorsunuz?
Subay intibâkları hiç vakit kaybedilmeden ışık hızıyla yapıldığına göre
Astsubay intibâkları da aynı şekilde hemen yapılmışdır mı diyorsunuz?
Misâl var, emsâl teşkil eder mi diyorsunuz? Göreceğiz.
Çağı takip etmek, kavramak, idrâk etmek...
Zamânın icaplarına göre kendini yenilemek, geliştirmek, hareket etmek. Bilgi, kuvvetdir, fazilettir. Bilgilenmek, bilgiyle donanmak ne güzel, ne hoş. Bilerek, öğrenerek büyümek, her yeni güne yeni bilgiler ile uyanmak ne büyük keyif. Hep beraber, topyekûn, elele. Beraber büyümek ve refahı âdilane bölüşmek...
* * * * *
Liseden sonra 1 sene olan astsubay sınıf okullarının öğretim süresinin
Önlisans düzeyine yükseltilmesi kararı bildiğiniz üzere 19 Aralık 1994 tarihinde alındı.
Çünkü
1 senelik eğitim veren astsubay sınıf okullarının hukukî yapısı YÖK mevzuâtına uygun değil idi.
âani çağ dışı, aykırı, ilkel, köhne idi. Çağı kavrayıp subayın eğitim düzeyini yükseltmek için 1970 senesinde kolları sıvayıp harekete geçen Erkân-ı Harbiye-i Umumiye,
Konu astsubayların eğitim seviyesinin yükseltilmesine gelince işi elinden geldiği kadar ağırdan aldı, ayak sürüdü.
Seneler önce eceliyle ölmüş subayına kılıç vermek için bile Kanun çıkartdı.
Fakat astsubayın eğitimi mevzu bahis olunca hiç acele etmedi.
1994 senesinde alınan karâr tam 8 sene sonra, ancak 2002 senesinde uygulamaya konuldu.
11.04.2002 târih ve 4752 sayılı Astsubay Meslek Yüksek Okulları Kânunu kabul edildi.
Bu Kânun ile astsubay sınıf okullarının adı Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak değiştirildi. Kânun’un 30’uncu maddesinin a fıkrasına istinâden 1 sene olan öğretim süresi de 2 seneye yükseltildi. (Bkz.↓)
Hesapladım, tam 32 senelik gecikdirme söz konusu. Dikkat buyurunuz; gecikme demiyorum, gecikdirme diyorum.
Ürkerek, korkarak, ayak sürüyerek ve daha ziyâde istiskâl ederek hazırladıkları Astsubay MYO Kânunu
Ancak 2002 senesinde yürürlüğe girebildi.
Harp okulları eğitim süresinin 4 seneye yükseltilmesinden tam 32 sene sonra. Üsküdar’da sabah olmuş, şafak çokdan atmışdı. Atı alanın Üsküdar’ı geçip Gebze dolaylarına vasıl olmasından da epeyi bir zamân sonra.
Niye?
Astsubayın eğitim seviyesini yükseltmek için niye tam 32 sene ayak sürüdünüz?
Astsubay okullarının eğitim düzeyini harp okullarıyla aynı senede, birlikde düzenlemek için ne eksikdi?
Para mı?
Akıl mı?
Bu milletten ne istediniz de sizden esirgedi?
Peki, siz, Anayasa’nın her vatandaşa verdiği meşru eğitim hakkını astsubaylardan tam 32 sene niçin esirgediniz?
Astsubaylara 32 sene kaybettirerek düşmanın fitne değirmenine su taşıyan sakar saka mesabesine düşdüğünüzün farkında mısınız?
* * * * *
Hatırlanacağı üzere 31.07.1970 tâ rih ve 1323 sayılı Kâ nun’un 16’ncı maddesi ile
926 Sayılı TSK Personel Kâ nunu'na Geciçi 16’ncı madde ilâ ve edilmişdi.
Bu değişiklik ile astsubayları mevcut durumdan daha kötü duruma sürükleyen bir rütbe ve taban aylığı değişikliği yapılmışdı.
Bu hak gaspına tepki olarak astsubaylar ve yiğit eşleri 1970 senesinde Türkiye’nin dört bir yanında sokağa dökülmüş idi.
Buna benzer şekilde astsubayların müktesep haklarından olan yan ödeme katsayıları 1975 senesinde yapılan sinsice düzenlemeler ile tırpanlanmış ve mevcut duruma göre daha da kötüye götürülmüşdü. Astsubaylar, kahraman eşleriyle birlikte bu kâ nunsuzluğa da sert bir şekilde tepki göstermiş ve gene kendilerini sokaklara atmış idi.
Astsubayların eğitim seviyesinin 1970 senesinde subaylar ile birlikte eş zamanlı olarak yükseltilmemesinde acaba bu olayların bir etkisi var mı sizce?
Birileri “mâ dem ki hanımlarınız ile birlik olup isyan ettiniz öyle ise sizin kanatlarınızı kıracağız ve eğitim seviyenizi kasıtlı olarak yükseltmeyeceğiz” demiş olabilir mi?
Tıpkı birinci derece dördüncü kademe hususunda yaptıkları gibi, eğitim seviyesinin yükseltilmemesinin ve intibâ kların alenen savsaklanmasının sebebi,
Bu hakları astsubayların tepesinde bir sopa olarak biteviye sallamak amacı olabilir mi?
Anam der ki “Oğul, kötü komşu insanı mal sahibi yapar.” Tecrübe ederek gördüm anamın dediklerinin ayniyle vâki olduğunu. Komşumdan matkap istedim, yok dedi. Gittim satın aldım, matkap sahibi oldum. Havya sordum bir başkasına, yok dedi. Gidip satın aldım, havya sahibi oldum. Bilir misiniz, eğitim hakkını gasp ettiğiniz astsubaylar, siz kibiri boyundan büyük cücelere inat bu kara dönemi fırsata çevirmesini bildi. Sizler hak ve hukuk öğüten fitne değirmenine dibi delik helkeler ile biteviye çamurlu su taşırken
Onlar kendi hesabına önlisans, lisans hâttâ doktara eğitimini yapmakdan geri kalmadı. Kendi odununu kendi kesen kişi iki kere ısınır. Sâ yenizde astsubaylar da böyle yapdı.
Eğitimin önemine gönderme yapan Atatürk, bakın 1925 senesinde ne demiş;
“Eğitimdir ki bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır
Veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder”
Anayasa’nın her Türk vatandaşına verdiği eğitim hakkını ve Atatürk’ün bu vasiyetini kendime rehber edinip sınavını kazandığım, ancak karşıma duvar gibi dikilen cüce beyinli statü hazretleri yüzünden devam etmek imkanı bulamadığım fakültenin sınav Sonuç Belgesini de ibret olsun diye aşağıya ekledim. Yorumu sizlerin güzel gönlüne havâ le ediyorum.
Eğitim seviyesinin yükselmesi ile birlikte astsubayların yeni duruma intibâ k ettirilmesi için
Bir satırlık Kâ nun teklifi hazırlanıp 2002 senesinde T.B.M.M’de gündem edilmeli idi.
Böylece özellikle ikinci ve üçüncü derecelerden emekli olan ve zâ ten açlık sınırında yaşayan astsubaylara en azından kısa bir nefes alma fırsatı verilecek idi.
Fakat gündem etmediler bir türlü. Niye?..
Astsubayların eğitim seviyesinin yükselmesine koşut olarak maaş göstergelerine 1 derece ilâ ve edilmesi konusunda, yani maaş intibâ klarının yapılması konusunda 2012 Mayıs ayında Kâ nun teklifi hazırlandığını şifâ hen duyduk. Bu konuda son 11 senede yapılanlar bildiğimiz kadarı ile sâ dece bu kadarcık.
Eğitim düzeyinin yükseltilmesi ile 2 senelik MYO mezunu astsubayların başlangıç derecesi 10/1’den 9/1’e yükseltildi.
Fakat
1 senelik sınıf okulu mezunu muvazzaf ve emekli astsubaylara verilmesi gereken 1 derece terfisi için
Erkân-ı Harbiye-i Umumiyemiz 2002 senesinden beri tam 11 senedir hülle yapıp karanlıkda ıslık çalıyor.
Niye? Niçin böyle?..
Subaylar için maaş intibâ k Kâ nun’u aynı sene içinde çıkartan idâ re, daha neyi bekliyor?
2002 senesinden beri kaç astsubay maaş intibâ kı yapılmadan imamın kayığına bindi, bileniniz, hesaplamak zahmetine katlananınız var mı? Yazıkdır, günahdır, paşalar.
İntibâ k konusunda astsubaya yapılan ilk haksızlık bu değil. Görünen o ki son da olmayacak.
Astsubaylar ile eşit düzeyde eğitim alan polis, Meclis’deki daktilocu memurlar ve diğerleri, mesleğe 9/2’den başlıyor.
Fakat astsubaylar 1 kademe aşağıdan, yani 9/1’den mesleğe başlıyorlar. Niçin? Niye böyle?..
Seyir defterine açılan intibâ k sayfasına yazılacaklar bitmedi. Yazılan son cümle henüz tamamlanmadı...
* * * * *
Bakın ne diyor bu konuda statü putu;
926 sayılı TSK Personel Kanun’unun 28.6.2001 tarihli 137/c maddesi;
“Astsubaylar hakkındaki gösterge tabloları Ek-VIII sayılı cetvelde gösterilmiştir. Yükseköğrenim yapmış olan astsubayların intibâ kları; 657 sayılı Devlet Memurları Kâ nununun Genel İdare Hizmetleri Sınıfında aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tespit edilen derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilerek yapılır. Bu intibâ klar personelin fakülte, yüksekokul veya meslek yüksekokulunu bitirdiğine dâ ir resmî belgeyi ibrâ z edip müracaatını yaptığı tâ rihteki derece ve kademelerine, 2 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 kademe, 3 yıl süreli yüksek öğrenim için 2 kademe, 4 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 derece ilâ ve edilerek yapılır.”
Haksızlığa bakar mısınız?
2 sene eğitim tamamlayana %50’si,
3 sene eğitim tamamlayana %66.6’sı,
4 sene eğitim tamamlayana ise %75’i veriliyor.
Gel de çöz çözebilirsen.
Astsubayları tefrik edip bölük bölük bölmek için bu konuda bile Aristo taktiğini devreye sokuyor küküm olasıca eyyamcı statüko hazreti.
* * * * *
Kadın-erkek, gece-gündüz, sıcak-soğuk, artı-eksi, doğu batı, madde- anti madde...
Tabiatın kânunları mutlakdır. Kararsızlığı kökden reddeder. Çünkü kararsızlık, hiç beklenmedik bir zamâ nda ve mahiyette zuhur edip felakete sebep olabilir. Bu mânâda, en kötü karar bile kararsızlıkdan yeğdir. Birbirinden farklı iki Kâ nun arasında bu kadar yalpalayıp hukuksuzluk burgacında oradan buraya savrularak nereye yaslanacağını bilememek bu olsa gerek. Buradan Allah'ın bir kuluna soruyorum.
Astsubay;
Astsubay nedir? Karar verin gayrı! Ben yanılıyorsam onu da söyleyin lütfen.
Niçin? Niye böyle? Çıkın ortaya ve açıklayın ey işgilli büzzükler...
* * * * *
Askerliğin şerefine yakışır bir davranış ortaya koysan
Ve kendin için hemen yapdığın gibi astsubayların maaş derece intibâ kını bugün, şimdi yapsan bile
Bak, bana neler borçlusun.
Mağdur ağlarken zalim gülemez! Ağlayanın göz yaşı gülene hayır getirmez!
Ey statü hazretleri, ey kibirli statü sanemi! Kul hakkıdır, bana olan borcunu öde!
Senden lütuf değil, babanın has parasını değil, hakkımı istiyorum.
Daha söyleyeceklerim var. Lâkin lafın tamamı aptala söylenir!..
Meçhule doğru kararsız ve pusulasız seyreden intibâk gemisi yolculuğuna tam yol devâm ediyor.
İntibâkların seyir defteri hâlâ açık.
Mürekkep, hokkada; divit, elde; gözler ufukda...
Son nokta bakalım ne zamân konulacak.
Bir meslektaşımın göndermiş olduğu Eğitim ve Öğretim Yönergesi’nin ilgili bölümü assubayın orduda ne yaptığının özeti gibi. Şimdi yönergeye bakalım, assubaya ne gibi görevler verilmiş:
K.K. Eğitim ve Öğretim Yönergesi (KKY 164-1) 7’inci maddesinin (a) fıkrasında “Erbaş ve erlerin ferdi eğitimleri, askerliğe adım attıkları ilk günden başlar ve terhis olacakları güne kadar, mesai saatleri dışında da sürekli faaliyet olarak 24 saat devam eder” şeklinde tanımlanıyor, Ferdi Eğitim.
Yine aynı maddenin (c) fıkrasında ise; icra, planlama, uygulamaya nezaret etme, denetim ve kontrol görevleri açıklanmış:
Eğitimin icra sorumluluğu astsubaylarda:
Madde-7 (c)’de “Erbaş ve erlere yönelik ferdi eğitimin icrasından esas itibarıyla astsubaylar sorumludur.” denilerek “icra etme”, “uygulama sorumluluğu”nun astsubaylarda olduğu belirtildikten sonra, devamında “Eğitim konuları öğretilinceye kadar, mesai saatleri dışında da devam edilebilir.” denilmekte. Aynı fıkra içerisinde “Takım ve bölük komutanları planlama ve uygulamaya nezaret, Tb.K.ları ise hem eğiticileri hem de eğitilenleri denetim ve kontrol görevlerini icra ederler.” denilmekte.
Madde geçen hususların kime daha çok görev yüklemiş olduğu, okuyucunun takdirindedir.
***
Ferdi Eğitim neleri kapsıyor?
Ferdi Eğitimin neleri kapsadığı ise 7’nci madde, (f) fıkrası altında sıralanmış. Kısaca bunlara bakalım:
Assubayın sorumluluğu elbette ki bunlarla bitmemektedir.
Kimi insan oturduğu koltuğun zimmetini almaktan kaçınırken; ister dağın zirvesinde, ister düz arazide, isterse denizin ortasında olsun, hemen hemen her assubayın bir maddi sorumluluğu vardır. Mal sorumlusu, ikmal assubayı, takım assubayı, bölük assubayı, batarya assubayı, mühimmat assubayı, karakol komutanı gibi görevlerde bulunan assubayların zimmet sorumlulukları milyarları bulabilmektedir.
Bunun dışında hesap sorumlusu, malzeme yöneticisi, sayman olan assubaylar ise teftişe dayalı olarak, maliyeti trilyonlara varan Devlet malını mevzuat hükümleri, emirler doğrultusunda yönetmektedirler.
Assubay zimmeti alınca işi bitmez. Atamalar yoluyla sürekli değişen görevlerine yönelik ne kadar yasal mevzuat varsa hepsine güncel olarak hâkim olmak durumundadır da.
***
Maliye Bakanı, Hükümet üyeleri bir düşünse, TSK’ya yönelik mal ve hizmet alımları için bütçeye koymuş oldukları ödeneklerin bir ucunda direkt olarak, hem de sorumlu olarak assubayların olduğunu göreceklerdir. Ama bunu onlara göstermesi gerekenler ya göstermiyor, ya da engelliyor. Kendileri vaktiyle görmemişler mi? Bu da ayrı bir soru.
Dünyaya gelen her bebek ailenin en büyük mutluluk kaynağı, Bebek sahibi olan ailenin bütün gayesi, gayreti etrafa gülücük dağıtan neşe veren bebeğin sağlıklı büyütülmesi ve ona iyi bir gelecek oluşturulmasıdır.
Bebek sahibi olan ailenin bütün gayesi, gayreti etrafa gülücük dağıtan neşe veren bebeğin sağlıklı büyütülmesi ve ona iyi bir gelecek oluşturulmasıdır.
Gelişen bebeğin ilk söyleyeceği kelime anne mi, yoksa baba mı olacak? Bütün aile merakla bekler. Derken bebek çoktan büyümüştür okul yaşamı, sonra meslek/iş yaşamı, evliliği, çocuk sahibi göz açıp kapayıncaya dek gerçekleşir de kimse geçen zamanın farkına bile varamaz. Ama, anne ve baba için o halen bir bebektir.
Bir anne ve baba için dünyanın en acı yaşanmışlığı bebeğinin onlardan önce yaşamdan ayrılmış olmasının yarattığı duygu olsa gerek. Anne ve babalar çocuklarını severken “Benim ömrüm de sizin olsun evladım” diye, boşuna demezler.
Kim ister, evladının kendisinden önce ebediyete intikal etmesini.
Fakat gelin görün ki kimi evlatlar ardında büyük acılar bırakma pahasına her şeyini bırakarak dünyayı terki diyar edebilmekte. Hem de kendi eliyle…
İnsan, yaşamına son vermeye nasıl karar verir? Onu bu düşünceye iten sebepler gerçekten de çözümü olmayan hususlar mıdır? Bu, nasıl bir yalnızlıktır, nasıl bir içe kapanıştır, nasıl bir çıkışı olmayan yoldur? İnsanı buna iten belli, belirsiz sebepler nelerdir? Üzerinde düşünülmesi, bilim insanlarından yardım alınması gereken bir konu.
Önceki yıllarda Batman ilinde meydana gelen bayan intiharları dikkatleri çekmiş; konunun altından, bayanlara yönelik olarak gelenekselleşmiş töre baskısı, feodal yaşam, berdel, zorla başkasıyla evlendirilme gibi sonuçların olduğu bilim insanlarınca açıklanmıştı.
Son yıllarda ise Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)nde meydana gelen intiharlar, dikkatleri üzerine çekmekte.
Gün geçmiyor ki bir askerin intihar haberini almayalım. Basında yer alan Genelkurmay Başkanlığı’nın 07 Aralık 2012 tarihli açıklamasına göre; intihar oranlarının son 10 yılda yarı yarıya azaldığı belirtiliyor (1). Demek ki eskiden şimdinin iki katı intihar vakası mevcutmuş.
Yıl |
Şehit Sayısı |
İntihar Sayısı |
2010 |
88 |
85 |
2011 |
102 |
70 |
2012 |
133 |
75 |
Toplam |
323 |
230 |
Tabloya baktığımızda şehit cenazelerinde bir araya gelen toplumumun tepkileri akla geliyor. Esasında toplumun, şehitlerimize gösterdiği duyarlılığı, intihar vakalarına da gösterme durumunun gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkmakta.
Genelkurmay Başkanlığı’nın basında yer alan açıklamasıyla devam edelim,
Açıklamaya göre; TSK'da intiharların engellenmesine büyük önem verildiği, bu doğrultuda, TSK bünyesindeki 337 Rehberlik ve Danışma Merkezi (RDM) ile çeşitli çalışmalar yürütüldüğü ifade edilmiş. Bu anlamda, RDM’lerde görev yapan assubaylarımızın yüklenmiş olduğu toplumsal sorumluluk bir kere daha öne çıkıyor.
Fakat gelin görün ki; 27 Kasım 2012’de İzmir/57'nci Topçu Tugayı'nda RDM görevlisi 31 yaşındaki Sağlık Başçavuş Tekin VARICILAR, girdiği bunalım sonrasında, RDM odasında intihar ediyor.
Ne acıdır ki; bundan iki gün sonra 29 Kasım günü, Erzurum’da, Askeri Hastane ’de görevli Sağlık Assubay, 26 yaşındaki Murat SORKİN kalmış olduğu misafirhanede intihar etmiş olarak bulunuyor.
Basına yansıdığı kadarıyla Kasım-Aralık 2012’de altı muvazzaf assubayımız intihar etmiş (2).
Yeni yılın daha ikinci ayında olunmasına rağmen yine üzücü hadiseler meydana gelmekte. Gelmekte, çünkü hadiselerin kaynağında, bence, bir değişiklik olmadığı için bu hadiseler devam etmekte. Sorunların temeline inilip gerçekçi çözümler üretilmelidir.
Son olarak, 2012 yılı atamalarıyla Tatvan’da bulunan Askeri Hastane’nin Hizmet Takım Komutanlığına atanmış olan P.Kd.Bşçvş. Naci DEMİR’in Bitlis/10’uncu Motorize Piyade Tugayı'nda göreve başlayacağı 30 Ocak 2013 günü beylik tabancasıyla kalp bölgesine ateş ederek intihar etmiş olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Acı, tarif edilemeyecek derecede.
Bir piyade assubayı olarak yıllarca terörle mücadele etmiş, yirmiye yakın arkadaşını şehit vermiş, belki de silah arkadaşları son nefesini onun kollarında vermiş, pek çok arkadaşı gazi; ikmal assubaylığı, bölük assubaylığı, personel assubaylığı gibi değişik görevlerde yirmi iki yıl bulunmuş; evli bir çocuk babası, maddi manevi hiçbir sorunu olmadığı yakınlarınca belirtilen, üstelik ağabeyi de bir Kıdemli Başçavuş olan P.Kd.Bşçvş. Naci DEMİR’e ve hayatta olmayan tüm askerlerimize Allah’dan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyoruz.
İntiharlar üzerinden yazmaya kalkınırsa yazacak çok şey vardır. Konuyu bir yere bağlamak ve bence, hususları ardı ardına sıralamak da değildir niyetim. Fakat assubaylarca, asker yakınlarınca, askerlerce, yazar ve bilim insanlarınca dile getirilenleri dikkate değer bulmak gereklidir.
Çözüm makamları dikkate değer bulurlar mı?
Artık hepimiz bu konuda tecrübeye sahibiz. Dikkate değer bulmazlar, diye düşünüyorum… Hadi bizi mahcup etsinler…
Dile getirilenlerin, dikkate değer bulunmadığını da son olarak, 30 Ocak 2013’de TBMM’den geçen, astları daha da ast etmeye aday Disiplin Yasası’nda görmekteyiz.
Son söz olarak diyoruz ki; yaşam, elbette ki bulunulan yerin güzelleştirilmesiyle daha anlamlıdır. Ancak buna güç yetmiyorsa en güzel yer; her koşulda ve şartta ailedir, ailenin yalnız bırakılmamasıdır. Hiçbir şey onları yalnız bırakmaya değmez!
Vatandaş Ali Bey yurdun dört bir tarafında görev yapmış, halkı, devleti bilen, kanunları bin kez okumuş, protokol usulü yani yol yordam bilen biri olduğunu düşünerek sabah kahvaltısını yapmış, günlük gazetesini okumuş. Emeklilik günlerinin başlarında kalbi pır pır atan yeni yetme bir memur gibi heyecanlıymış. Çünkü emekli olmak demek, bir köşeye oturup, “artık senden iş geçti arkadaş, fazlalık yapma ve otur bir köşede” demek değil diye düşünüyormuş. Aynı zamanda tabii ki hayata dair umutları ve heyecanları daha yeni başlamışmış. Yıllarca onun bunun lafıyla, sözde emriyle oradan oraya koşan, başkalarının gönlünü yapan Ali bey, artık gerçek anlamda vatanının menfaatine çalışan ve birikimlerini halk ve devlet lehine kullanan biri olmayı epeydir kafasına koyuyormuş.
Ne olduysa o sabah olmuş. Vatandaş Ali bey kahvaltıdan sonra kendince bir karar almış.
demiş. Bu fikrini eşine açınca eşi gülümseyerek ve birazda laf olsun diye söylediğini düşünerek,
diye uzayıp giden cümlelerden sıkılan Ali Bey ayağa kalkarak
diyerek ceketini alıp evden çıkmış.
Apartmandan çıkınca her zaman ki çürük koku burnunu yine rahatsız etmiş. Karşı komşunun kapının önüne bıraktığı çöp delik poşetten sularını salmış. Bugüne kadar sabrettiği komşusunun kapısını çalmış.
Dedikten sonra komşu hiçbir şey söylemeden yüzüne kapıyı kapatmış. Komşu kadın içinden basmış küfürü. Eee… ne de olsa koskoca adam işi gücü bırakmış komşu kapısını çalıp karısını azarlamışmış. Hiçbir kadına böyle konuşulur muymuş. Hatta “Akşam benim herif ve büyük oğlan eve gelsin de söyleyeyim bir dövsünler şunu… Kendini hala komutan zannediyor salak.” diye de saydırmış.
Vatandaş Ali Bey kendisi hakkında komşunun düşündüklerinden umursamazca apartmanın bahçesine inmiş. Etrafta bir sürü sigara izmaritini görünce eğilip hepsini bir güzel toplamış ve götürüp çöpe atarken de etrafa bir göz atmış. Amacı yaptığı örnek hareketin görülüp görülmediğini kontrol etmekmiş. Ancak sadece iki kedi ile göz göze gelebilmiş.
Biraz yürüyüp, oradan da parkta birkaç hareket yaptıktan sonra kahveye bir göz atarım diyerek düşünürken cep telefonu çalmış. Telefon numarasına bakmış tanıdık biri değil. Olsun demiş ve yine de açmış. Arayan yine emeklinin her zamanki sadık dostlarından biri
Ali bey artık bu telefonlara alışmış. Kimi internet paylaşım firmasından arar, kimisi falanca tıp merkezinin tanıtımını yapar, kimisi “kazandınız” diye başlayarak insanın yüreğinin güp güp atmasına vesile olacak kadar heyecanlandırır, kimi kredi kartını taksitlendirebileceğini söyler… Ali bey de vatandaşlık görevini yapacak ya artık. Açmış ağzını yummuş gözünü,
Karşıdaki bayan ses tonu hiç değişmeden
Ali bey karşıdaki bayanın otomatiğe bağladığı terminolojisini çözdüğü için telefonunun kapatıp yoluna devam ederken de kendince de hayıflanmış. Başkasının suratına telefon kapamak onu yine de üzmüştür.
Ali bey yol üzerindeki bankanın önündeki bankamatiğe uğrar ve vakit bolluğunda şöyle bir hesap ekstresini incelemek ister. Ancak o da ne!.. Hesap ekstresi için bankamatik bir buçuk lira para istiyor. Tam ekstreyi almayıp oradan uzaklaşacak iken aklına gelir. “Ben bugün sorumlu vatandaş olacaktım.” Bankaya girer ve şefle görüşmek istediğini söyler. Şefin yanına gidince durumu izah eder.
Banka şefi gayet profesyonel ve bankasının kararlarının yüzde yüz arkasında olacak bir şekilde başlar izah etmeye… Ali Bey sıkılmıştır. En sonunda söylenenlerin hiç birinden tatmin olmadığını ve şikayet edeceğini söylediğinde banka şefi hafif sert bir ifadeyle,
İfadesinin artık konuşmanın bittiği anlamına geldiğini anlayan Ali Bey kültürlü ve düzeyli bir vatandaş olarak oradan uzaklaşırken arkasından edilen lakırtıları hiç duymamaktadır. O sırada şef başka bir müşteriye biraz önce gelen Ali Beyi anlatmakta, güvenlik memuru da alaysı alaysı gülmektedir.
Canı sıkılmış bir şekilde kahveye uğramaktan vazgeçip pazara uğrayıp kafayı dağıtmak isteyen Ali Bey aslında bugünkü kararlarına göre kendini ateşe attığının farkında değildir. Sorumlu bir vatandaşın hiç girmemesi yerdir pazarlar. Çünkü orada her türlü hak gaspı vardır. Tamamen karşılıklı pazarlaşıp anlaşmaya varılan kurtarılmış bölgelerdir pazarlar. Adamın domatesine “sağlığa zararlı” diyemezsin. “Bağırma rahatsız oluyorum.” diyemezsin. Fatura isteyemezsin. İstesen de halk arasındaki tabirle kafaya kiloluğu yersin. Hatta bazıları seçtirmez bile… Elinden poşeti çekip alırlar, arkandan da bir sürü laf sayarlar. Ancak Vatandaş Ali bey kendine söz verdiğine göre bugün her olumsuzluğa karşı tepkisini koymalıdır. Muzların önünde dikilir ve bir kilo muz almaya karar verir. Muzcu poşete salladığı muzları hoop oturtup hooop kaldırarak Ali Beyin eline tutuşturur. Ancak Ali Bey birazcık sitemkar bir şekilde kantarın neden kendine dönük olmadığını sorar. Kaç kilo geldiğini müşterinin de görmesi gerektiğini söyler. Ancak aldığı tepki karşısında şaşkına döner. Satıcı hemen bir daha tartar ve tartıyı çevirir. Tam bir kilo yirmi gramdır. Eyvaaahh… Şimdi başlar satıcı
Ali bey boynunu kısıp etraftakilerin kendine ayıplayıcı bakışları arasında oradan uzaklaşmak ister ama yine de yapamaz.
Ali bey de aşağıda kalmamak adına söylenerek ordan uzaklaşırken bir kilo da elma almak istemiş. Ancak Vatandaş Ali Bey bugün çok şanssız. Ya da malzemenin çokluğuna bakılırsa şanslı. Elmacı elmaları seçtirmiyor. Ön taraftaki elmalar da göz kamaştırıyor. Ali bey eliyle işaret ederek
der. Ancak adam bildiğini okumaktadır. Ali bey duramaz ve eliyle önden bir elma çeker çekmez altı yedi tane elma yerlere yuvarlanır. Eyvah ki.. Eyvah… Pazar da ne kadar patlıcan biber varsa bir o kadar da insan var. Pazarcıya göre pazardaki birine haddini bildirmek, biberleri, patlıcanları tezgaha boşaltmak kadar kolay. Ali Bey’e birkaç ağır kelime edip kendini rahatlatacak ama Ali Bey de az değil. Kardeşim elmalarının parası kadar konuş ne küfür ediyorsun der demez etrafında üç kişi bir den belirir. Biri Ali Beye vurmaya çalışmakta, vatandaşlar engellemekte, iki kişi de el ve omuz atıp kakalamaktadır. Ali Bey son çareyi kendini ifşa etmekte bulur.
Böyle der demez pazarcıyı tutanlar yavaşça pazarcıyı bırakmış ve kısa süren şaşkınlıktan sonra pazarcı,
diye Vatandaş Ali Beyin üzerine çullanmış. O esnada yetişenlerin araya girmesi falan derken, Ali bey bu… bugün ölmek var dönmek yok diyormuş. Yediği dayağı yanına kar saymayıp doğru polisin yolunu tutmuş. Şikayetçi olmuş. Pazara gelmiş polis. Kim darp etti ara ki bulasın. Adam yok. Tezgahta başkaları var. Kimse bilmiyor ve tanımıyor. Olayı da hatırlayan yok. Yani anlayacağınız şahit te yok. Ali bey polisin alaysı bakışları ve birkaç öğüt arasında yaşadıklarından sıyrılıp yoluna devam ederken, bir kilo muz ve elmanın da elinde olmadığının farkına varıyor. Ağlamaklı bir şekilde oradan geçerken, biri geliyor yakasını paçasını düzeltiyor ve koluna giriyor. “Abi gel.” Diyor. Derneğe gidelim sana bir çay söyleyeyim. Tanıdık birine rastlamanın rahatlaması ile Ali bey TEMAD şubesinin yolunu tutuyor. Orada emekli arkadaşlarını görünce rahatlamış bir şekilde çayını yudumluyor. Başından geçenleri de anlatıyor. Tabii ki bizim camiamız da bize gelince kılı kırk yarar. Kimi diyor
Kimi şöyle, kimi böyle derken iş gelip dolanıyor Ali Beyin işgüzarlığına… Bu yaşında bir de hayat dersi alan ali bey küplere biniyor. İşi de komediye vuruyor. Yahu arkadaşlar hırsızın hiç mi suçu yok? diyor gülerekten.
Morali bozulan Ali bey evinin yolunu tutmuşken yolda ne görsün. Koskoca bir inşaat için kaldırımı kapatmışlar. İnsanlar iskelelerin altından geçmeye çalışıyor. Hemen belediyeye telefon ediyor. Falanca yerde filanca inşaat var, tehlikeli falan derken birden oradan geçen zabıtayı görüyor ve inşaatı gösteriyor. Zabıta gülerek,
dese de Ali bey bunu asla kabul etmemiş. Atlamış dolmuşa, belediyeye gitmiş ve zabıtaya şikayet dilekçesi vermiş.
O akşam eve dönen Ali bey kendisini anlamayan eşine yaşadıklarından hiç bahsetmemiş. Yemeğini yemiş, televizyonunu seyretmiş ve birkaç boş laf edildikten sonra yatılmış. Ancak o günden sonra Vatandaş Ali Bey vatandaşlık bilinciyle hiç uyanmamış. Tüm bunlara rağmen, o bir gün yaşadıkları hakkında bir takım söylentiler yayılmasına yetmiş.
Ali bey her gün kalkıp insanlara, günaydın diyen, iyi günler dileyen birisi olmasına rağmen hep kulakları çınlamış. Hatta ev de bile eşi farklı bir insan olmuş. Eskiden ufak tefek dırdırlar olurmuş ama şimdiler de sıklaşmış.
Yıllarca beyin yıkayıp, vatansever astsubay arayan devlet artık bu işe lejyon gözüyle bakıyordu. Ayda üç bin liraya adam bulup işlerimi yaptırırım diyordu.
Vatandaş Ali Bey artık hayatında yeni yeni kararlar almıştı. Yoksa hayatı Kemal Sunal’ın, İlyas Salman’ın, Şener Şen’in namuslu memur ve onun cadı karısı tarzında bir senaryoya dönecekti. Evet artık kendi yolunu kendi çizecekti. Artık evine zam umudu pompalamayacaktı. Toplumsal vatandaşlık görevlerinden sıyrılıp kendi özlük haklarına odaklanacaktı. Bu arada da küçük büyük demeden bir iş bulup çalışacaktı. Eşine de kırgındı. Demek ki o bile Ali beyi anlayamamıştı. Böyle düşünürken ara sıra eşine de hak veriyordu. Karşı komşu onu görünce kapıyı sert kapatıyordu. Pazarda o muzcu Ali bey geçerken çağırmıyordu. Elmacı zaten Ali bey alışveriş yapsa bile kovalardı. Ama henüz inşaatçıdan ses çıkmamıştı. Zaten zabıtaya verdiği dilekçenin de arkasını aramamıştı. Onlar halletmiştir. Telefondaki kız hala telefon edip sağlık bakanlığından aradığını söylüyordu. Bankacı hiç bir şey olmamış gibi samimi davranıyordu. Ali bey bir daha kimsenin işine karışmadı. Ortalıkta duran tüm şiltlerini kaldırdı ve çöpe attı. Geçenlerde bir arkadaşı inşaat çukuruna düşüp ayağını kırdı. O yetkililere hiç saydırmadı. Sadece “geçmiş olsun.” dedi. Ölseydi de “Allah rahmet eylesin.”den başka bir sözü olmayacaktı. Ancak yine de düşünce sarmallarına girip ara sıra dertleri şaha kalkar. Bir küfür patlatır…. Ama yalnızken…
Hey gidi Vatandaş Ali bey hey…Çabuk pes ettin…
Bu yazımı, Türk Silahlı Kuvvetleri Personelinin yüzde yetmişini ilgilendiren (ki daha önce ki uygulamalara bakınca disiplin cezalarının yüzde doksanına bu camia maruz kalmıştır.) Yeni TSK Disiplin kanunu ile ilgili olarak, tüm Muvazzaf Astsubay camiasına ithaf ediyorum.
“Adaletsizliğe ortak olmak adaleti sağlamaz.”
Saygılarımla…
Sayın İlhan ŞEŞEN’in şarkısında cümle aleme fâş ettiği gibi hep “Ankara’dan abim gelecek” değil ya! Bu kez de “İstanbul’dan arkadaşım geldi” önceki hafta. Evde bir bayram havası. Arkadaşım beni çok severmiş...
Senelerdir birbirimizi görmemişdik. İpdil, bir güzel hasb-ı hâl ettik hep beraber. Artık geri gelmeyeceğini bildiğimiz mâzide kalan o eski güzel günleri yâdeddik uzun uzun. O da, ben de aynı sene evlenmişdik İstanbul’da. Yediğimiz içdiğimiz ayrı gitmezdi. Gönül gezip tozup, görüp eğlenmek istiyor... Serde gençlik var hani. İstanbul dipsiz koca bir kazan, bizler birer çomçe... Kimi zaman çocuklar gömlek cebimizde, kimi zaman sekiz bacak bizler hep birlikde arşınladık oraları. Paramızın elverdiği nispetde tabi ki... Para keselerimiz kadifeden idi. Lâkin, içinin dolduğunu hiç görmedi şu gözler.
Güzel insanlarla güzel mekanlar birleşince yaşananlar ne de güzel anılara dönüşüyormuş. Bir daha gidip gezme imkânı bulamadığımız onca yerleri dördümüz beraber gezmişdik. Ne kadar da keyifliymiş meğer o güzel günler... Gençlik, insana sermaye değil derler, doğruymuş...
Misafire izzet-i ikram etmek, gezdirmek, gönlünü hoş tutmak gerek değil mi? Biz de bu fikirle, haydi size Ankara’yı gezdirelim deyip maaile vurduk kendimizi yola. Eteklerimize tutunanları da sayarsak bu kez sayımız tam iki misliydi. Malum, Ankara deyince akla ilk gelenler 3K’sıdır. Bir başka ifadeyle; sağ cenahınızda nazar eylediğiniz kalesi, keçisi ve kedisidir. “K” ile başlamasa da ister inanın ister inanmayın bir de Ankara tavşanı var ki gerçekten görmeye değer. Her şeyi benden beklemeyin artık. Onu da araştırıp siz bulun.
“3K”’ye bir de “A” ilave edeceğiz elbet. Dünya Astsubaylar Günü vesilesiyle 17 Ekim’de, elimizde Türk bayraklarımızla bahçesini gelincik tarlasına çevirdiğimiz Anıtkabir’in her Türk’ün gönlünde müstesna bir yeri olduğunu söylemeye luzüm yok tabi ki.
Zamanın İngiliz elçisi, Ankara’da ikâmet ederken tiftik keçisinin kerametini idrâk etmiş. Daha doğrusu keçinin değil, kılının kıymetini fark etmiş. Keçinin kendisi değil, kılı meşhurmuş. Benden duymuş olmayın, hatta keçi bile hâlâ bilmiyormuş bu hakikati ve sırf bu yüzden kendini taa o zamandan beridir Abdurrahman Çelebi zannettiği pek yaygın bir tevâtür buralarda.
Allah’ın topraklarımıza bahşettiği bu keçimiz, çok inatcı oluşundan kelli beyaz, uzun, parlak ve sağlam kıllarıyla pek namlıymış. Dünyanın en uzun ve sağlam kılı bu keçilerimizden elde ediliyormuş. Kendim görmedim. Büyük bacımdan duymuşdum bıldır. Dirhem dirhem satılan yününden pek nadide ve bir o kadar da bahalı kazak, kaşkol gibi giysiler örülürmüş.
Ankara’da görevi bittikten sonra utanmaz İngiliz elçisi, memleketine dönerken biri erkek, biri de dişi olmak üzere bir çift Ankara keçisi kaçırmış. İngiliz atının atasının da bir Türk aygırı olduğunu biliyor musunuz?(¹) Adam elçi değil, resmen keçi hırsızı! Bugün bile Türkiye’de icra-i sanat eyleyen elçi kılıklı ecnebi adamların her birinin azılı birer casus ve arsız birer hırsız olduğunu ve buldukları çöpümüzü bile ilk fırsatta alıp kendi memleketlerine kaçırmak için yanıp tutuşduklarını söylemeye gerek var mı?
Hani “keçileri kaçırmak” derler ya, işte aynen öyle olmuş. Bu İngiliz hırsız, afedersiniz elçi, keçileri gerçekten kaçırmış. Hem de Ankara’dan taaa memleketi İngiltere’ye... Oradan da aborijinlerin memleketine... Sadece Ankara’ya mahsus olan Ankara tiftik keçisini, o gün bu gündür Ankara sokaklarında bir daha gören olmamış. İngiliz almış götürmüş fakat geri getirmemiş. Bir zamanlar bizim onlara sattığımız angora denen tiftik keçisi yününü, bügünlerde o soğuk nevâle İngilizlerden biz para verip alıyormuşuz, iyi mi?..
Hiç merakınızı celbetti mi? Ağacın dalına sımsıkı sarılan yaprak, bir zaman gelince sanki birisi ona “Haydi, atla bakalım” demiş gibi ağaçdan aşağı niçin düşüyor? Bu soruyu binaltıyüzseksenyedi senesinde NEWTON’dan bir kaç gün önce ben sorsaydım şayet, o değil de ben meşhur olurdum hani. Madem senenin beş altı ayında hiç gıpraşmadan yerinde öyle durup duruyor ve altından geçerken bizlere tepeden bakıp kısı kıs gülüyorsun, yılın geri kalan günlerini de hep o çöreklendiğin tahtında geçirsen ya! Koruk bağda, yaprak dalda güzel, değil mi? Anam der ki; “Oğul, daldaki yaprağın yere nâfile düşdüğünü mü bilirsin? O yaprağın toprağa nüzûl etmesinde bile elbet Yüce Rabbimin sayısız hikmeti gizlidir. Adam o dur ki bu hikmeti anlayabile!” Demek ki bir hikmeti var...
Ya da hiç düşündünüz mü? Sayın Ersen GÜRPINAR’ın kaleminin ucu niye hep ıslak? Bazen gecenin olmaz saatlerinde siteye girdiğimde; ana sayfanın (sahi, baba sayfası da var mı acaba?) sağ alt tarafındaki KİMLER SİTEDE? bölümünde, kırmızı harflerle Ersen GÜRPINAR’ı görüyorum. Elâlem rüyalar diyarının arnavut kaldırımlarını arşınlarken ve pireler dağlık coğrafyalar üzerinde biteviye meydan turu atarken demek ki kendisi o saatlerde sitenin içinde ve oralarda bir şeyler yapıyor!..
Ankara kedisine gelince. Biz, bunca yıldır ailecek Türkiye’nin Başkentinde mukimiz. Ben, hani o iki gözünün rengi birbirinden farklı olduğu söylenen Ankara kedileri var ya onlardan bir dane bile görmedim bu muhitde. Kıymetli vaktinizi almayayım, sokaklarda her cinsden çok miktarda köpek ve göbelez vardı, onları gördük. Hatta misafirlerimiz de gördü. Fakat parkların orasına burasına rastgele serpiştirilmiş alçıdan mamûl tiftik keçileri ve belediyenin olur olmadık yerlere ilişdirdiği plasdikden mürekkep ve “ucube”ye benzeyen Ankara kedilerini saymazsak ne Ankara kedisi gördük ne de Ankara keçisi. Yukarıda söyledim. Bana sormayın, yavrusuna göcen dedikleri Ankara tavşanını da varın siz kendiniz keşfedin gayrı...
Hûlasa, Ankara’nın meşhur 3K’sinden sadece bir “K”sini, yani kalesini gezdirmek kısmet oldu misafirlerimize. Oraları gezerken, etrafda kum gibi Japon gezgin (turist) ler gördük. Hepsinin elinde bir kalem, bir kağıt; ya da bir kamera... Hiç getirmeyen, erinmemiş, kameralı, tokaç kadar telefonlar getirmiş yanında... Ellerindeki fotoğraf makinesinin dürbünü boylarından büyük. Ankara’nın andezit taşı kaplı sokalarında, yerlerde sürünüyor! Hani, “Türk kardeş, al sana”, deyip de eğer varsa oralardan bir iki tane Çin lokumu getirseler ne olurmuş sanki?.. Zavallılar; yememiş içmemişler, çünkü boylarından belli, aha bu kadarcık... Eee, yağsız tuğsuz pirinç pilavını sen kalkıp da bir çift çöp ile dane dane yersen, aha işte ancak bu kadar büyürsün tabi... Al eline şimşirden bir kaşık, daldır şöyle pilav sinisinin içine derinden derinden. Doldurup kaşığı, taşıra taşıra doya doya bir yesen ya!.. En uzun boylusunun kafası bizim oğulun göbeğinin seviyesinde. Hafazanallah, ayakkabımın içine düşseler, dışarı çıkmak için merdiven isteyecekler.
Bu ufak tefekliğine rağmen bir lahzâ bile boş duranı yok. Sanki tatile değil de çalışmaya gelmişler buralara. Hepsi bir şeyler çiziyor, yazıyor, resim, video çekiyorlar. Hanım, şunlara bir sor bakalım, kimmiş dedi? Yanlarına yaklaşıp sordum kendilerine, “Japonya’da havalar nasıl” diye! Hep bir ağızdan “Biz Nippon değiliz, biz Çin’liyiz” demezler mi? Saklamıyorum, hepimiz de epeyi afalladık hani! Önce onlara, sonra da birbirmize bakdık afal afal! Japonları gördük de hanımların ipe dizip boyunlarına takdığı kolyedeki kum boncuklarının danesinden epeyce fazla sayıdaki Çinli’lerin taa buralara kadar geldiğine ilk defa şahit olduk. Devlet büyüklerimiz gerdanlarını kıvıra kıvıra ne diyorlar? Bizlerin pişirip yemediğimiz fakat hunnak olasıca bazı fesat kumkumalarının sosis salamın içine tepdiği tavuk ayaklarını kasdederek “her Çin’liye bir çift tavuk ayağı satsak IMF’ye olan borcumuzu bilmem kaç zamanda öderiz”... Sayın pek muhterem Bakanım, al sana, şu âciz kulundan pek parlak bir tavsiye... Çinli’ye tavuk ayağı satmak istiyorsan şayet tavuk ayaklarını frigofirik (her ne demekse) uçaklara bindirip beşbindokuzyüzkırkdokuz kilometre mecbûri uçak yolculuğu yaptırmaya ne hacet! Maksadın Çin’lilere tavuk ayağı yedirmek değil mi? Evet. Öyleyse, buyur, gel, Ankara Kalesinin önüne... Aç orada bir kaç tezgâh. Doldur üzerine her neviden tavuk ayaklarını... İster tavada, ister mangalda... Maksat döviz kazanmak ise al sana bir fikir de bizden. Bak o zaman sen Yuan’a Yuan diyor musun?...
El’in Çin’lisi erinmeyip, yemeyip, içmeyip taa Çin’den kalkıp Ankara’ya kadar geliyor ve oturup orada etrafı seyreylerken Ankara Kalesinin sahifeler dolusu resmini çiziyorsa; ne var ne yok diye sağa sola dikiz atıp habire resim çekip kameraya kayıt ediyorsa, belki de bilemediğimiz başka bir şeyler de çeviriyorsa; Yaprak, istemez miydi ana gibi kendini besleyen, kollayan, koruyan ağacın dalları arasında ilelebet durmayı? Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz nasılsa, değil mi? Demek ki bir hikmeti var...
Ya da Sayın Ersen GÜRPINAR istemez miydi, gecelerin yalnız adamı gibi emekliassubaylar.org sitesinin domain’lerinde, ıssız sessiz sörvırlarında, kuytu köşelerdeki rutubetli modemlerinde, karanlık rautırlarında ömür törpülemek yerine “assubaylara yapılan tahakküme varan haksızlıklara” bir şaplak patlatıp da bir hamlede hepsini berhevâ etmeyi? Kurumu yıpratanlar, haksızları yazanlar değil, bilâkis haksızlığı yapanlardır değil mi, nasıl olsa? Ya da “mesaj panosunda” astsubayların dertleriyle vakit öğütüp ona buna cevap yetiştirmek için kar yağmış saçlarını tutam tutam yolmak yerine, binbir güzelliklerle bezenmiş Ege’nin cennet mekanlarında, oraların kerempelerinde, Atatürk’e de verilen kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası sahibi Manisa Tarzanı gibi cesurca, özgürce, gönlünce, biraz da âvâre âvâre dolaşmayı?.. Demek ki bir hikmeti var...
Neyse, haydi hayırlısı. İyisiyle kötüsüyle artık devr-i saltanı sona erdi mevsim-i hazanın. Kendini tazelemek, güzelleşip neşvünema bulmak üzere uykuya daldı bir süreliğine... Binbir renkli altın sarısı yapraklarını bir başka baharda geri almak üzere, birer ikişer ödünç verip toprak ananın bağrına, koltuğunu kışa devretti. Hazan vakdi hüzün vakdidir derler lâkin hüzünlü değil ağaçlar. Niye olsun ki? Hazan vaktinde gurup renginde borç verdiği yapraklarını, tazelenmiş olarak cennet yeşilinde geri alacak bahara nasıl olsa...
Kıymık kıymık çizilmiş, nar gibi kızarmış, mis gibi kokan kestaneler mangalda... Sahlepciler, enfes tarçın kokan tezgâhlarını sokaklara indireli günler oldu. Paltolar, koyu renki esvaplar, kaşkollar askıda... İhtiyadı elden bırakmayanlar da şemsiyelerini, hatta zincir takoz ve çekme halatlarını çokdan hazırladılar bile. Kış geldi, çattı. Havalar iyice soğudu buralarda. Artık zaman, devr-i kış zamanı... Sobaların borusu yerinde, biz de dönelim makalemizin konusuna.
Her yenilik, bir bozulmanın neticesidir. Eski, artık bozulmuş; yerini, yeniye bırakmışdır. Her bitiş, yeni bir başlangıçdır.
Atatürk, “Her işin iptidâsı müşgüldür” der. Ne kadar da kerâmet yüklü bir deyim imiş meğerse... Biz astsubaylar için pek müşgül de olsa bakın, göz açıp kapayınca kadar, şuncacık bir sürede avucumuzun içinden akıp giden ikibinoniki senesinde neler zuhur eylemiş astsubayların makûs tarihinde ilk defa. Hiç birisi kolay olmadı, defter-i kebire kayıt edilmeyi hepsi ziyadesiyle haketdi... Derler ya “geç olsunda, güç olmasın!” Biz astsubaylar için hem müşkül oldu, hem de iptidâ!.. Olsun varsın, yürümek, durmakdan yeğdir, değil mi?
Bir düşünün şöyle. Bugüne kadar rahmetli olmuş meslek büyüklerimiz, bu ilk’leri göremeden hak’kın rahmetine kavuşdular. Mümkün olsa da gelip kendileri bir görseler ne derlerdi acap? Hepsi huzur içinde yatsınlar. Onlara kısmet olmayanlar, mücadele bayrağını devretdikleri bizlere nasip oldu, olacak inşallah.
Elimde olmadan şöyle bir düşündüm şu kıt aklımın yettiği kadarıyla bir iki gün evvel. İptil dedim ki, üçyüzaltmışbeş günlük ömür takviminin yaprak tomarlarını koparta koparta en nihâyetinde sonuna geldin. Şunun şurasında bir deste gün sonra nereye gidecekse, ikibinoniki senesine güle güle diyeceğiz. Peki biz ömrünü milletin, vatanın, mukaddesâtımızın uğruna askerlik değirmeninde öğüten astsubaylar için ikinbinoniki senesi arz-ı vedâ eylerken bakalım neler yedecek? Aklıma gelenleri aşağıda yegân yegân yazdım... Başka varsa üşenmeyiniz, unutulmasın, ekleyiniz. Ekleyiniz ki tarih de kayıt etsin. Bakalım, kaç kişi olanların farkında...
İnanın ya da inanmayın, hayırlara vesile olan bunca olay sadece üçyüzaltmışbeş günlük şuncacık zaman zarfında meydana geldi. Bunların hiçbirisi karın doyurmuyor dediğinizi duyar gibiyim!.. Doğrudur, dostlarım. Bunlar, karnımızı doyuracak kanunlar değil fakat o kanunların temeline emekle, çileyle, mihnetle ve binbir zahmetle döşenen dolgu taşlarıdır. İpdil, temel sağlam olsun bir hele...
Her işin iptidâsı müşgüldür pek muhterem büyüklerim, çok kıymetli küçüklerim!.
İpdil, katre düşer. Yağmur, ardından gelir; İptidâ katre düşdü... Beklemeye râzıyım!..
İlave edeceğiniz bilgi varsa ki olmalı, bir zahmet bu satırın altına gelecek şekilde sabit ve koyu siyah kalem ile ekleyiniz...
Yeni yılınız şimdiden kutlu, hayırlara vesile ve her şey gönlünüzce olsun inşallah...
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.
Makâm Tazminâtının Fesat Sarmalı
Edebiyatımızda güzel bir tâbirdir; “zarfa bakma, mazrufa bak!..” deriz.
İnsanları dış görünüşüne göre değil fakat iç görünüşüne, seciyesine, kişiliğine, beyninin gerisindeki niyetine göre değerlendirmeyi öğütleyen has bir deyimdir.
Aynı zamânda;
Bir şeyin ve olayın zahirî görüntüsünün değil de muhtevasının önemli olduğunu ifâde etmek için kullanılır. Bu anlamda “Dervişin fikri ne ise zikri odur” atalar sözüyle de taban tabana zıt bir anlam ifâde eder. Çünkü bu atasözünde en azından şeref, haysiyet, dik duruş, mertlik, açık yüreklilik vardır.
Zarfın mazruf ile olan ilişkisi;
Gül ile bülbül,
Subay ile astsubay,
Ȃşık ile maşuk,
Yusuf ile Züleyha,
Leylâ ile Mecnun,
Edi ile büdü,
Nokta ile virgül,
Gece ile gündüzün ilişkisine benzer.
Birisi, diğeri için yaradılmışdır.
Birisi, diğerinin mütemmim cüz’üdür.
Biri olmazsa, diğeri de olmaz!..
* * * * *
Bu girizgâhdan sonra, gelelim;
TSK personelinin özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda,
Son zamanlarda yapılan çalışmalar gündemde önemli bir yer tutmaya başladı.
Sağolsunlar, Sayın Milletvekillerimiz;
Meclisi soru önergesi ve kânun teklifi yağmuruna tutuyor,
TESUD, konu ile ilgili olarak hazırladığı taleplerini;
M.S.B. ve Genelkurmay Başkanlığına gönderdiğini ve konuyu takip ettiğini söylüyor,
TEMAD Başkanımız Sayın Ahmet KESER;
Temsil ettiği yüzbinlerce üyesinin hakkını almak için çırpınır iken,
Kapısına kadar getirilen sarı zarf içinde hakkında suç duyuruna maruz kalıyor,
Millî Savunma Bakanımız Sayın İsmet YILMAZ;
Askerî personelin maaşlarında yapılan çalışmaların tamamlanmak üzere olduğunu basına açıklıyor,
Genelkurmay Başkanlığımız;
Kendi personelinin özlük haklarının,”bir sistem bütünlüğü içinde incelendiğini ve kendi yetkisi dâhilindeki düzenlemeleri titizlikle hayata geçirdiğini, diğer konuları ilgili makamlara teklif ettiğini” basın açıklamasıyla kamuoyuna ilân ediyor”.
Görünen o ki konunun muhatabı olan bütün taraflar elinden geleni yapıyor, en azından zâhiren öyle görünüyor.
Fakat bugün biz, görünen ile yetinmeyeceğiz
Ve dahi
İyileştirme denince akla ilk gelen husus olan tazminatlar konusunda,
Bugüne kadar ne zaman, neler yapılmış, hangi kanunlar kabul edilmiş hep beraber bir göz atacağız.
Bugün itibariyle ve kabul edildiği tarihlerden buyana
Sâdece subaylara ödenen 4 çeşit tazminat şunlardır;
1. Makâm tazminâtı,
2. Hizmet (görev) tazminâtı,
3.Temsil tazminâtı,
4. Kadrosuzluk tazminâtı
* * * * *
Genelkurmay Başkanı,
Kuvvet Komutanları ve
Jandarma Genel Komutanına makam tazminatı ödenmesine imkân verildi.
Orgeneral ve Oramiral rütbesindeki subaylar da makam tazminatı kapsamına dâhil edildi.
General ve amiral rütbesindeki subayların tamamına teşmil edildi.
Kıdemli Albaylara da makam tazminatı ödenmeye başlandı.
Makâm tazminâtı alan subaylarımızın bu tazminâtları % 100’den fazla oranlarda arttırıldı.
Albay rütbesindeki subayların tamamına makam tazminatı ödenmeye başlandı.
Kıdemli Albaylar ve Albaylar için farklı makam tazminatı göstergesi tespit edildi.
Aynı rütbede olan subayların farklı makam tazminatı alması bakımından dikkat çeken bir durumdur.
Yarbay rütbesindeki subaylara da makam tazminatı ödenmeye başlandı.
Makam Tazminatının iç gıcıklayacı safahâtı kısaca bu kadar...
Fakat tefrika tefrika çıkartılan bu kanunların askeriyemizde sebep olduğu tesir;
Dünyânın bu ucunda kanatlarını çırpan kelebeğin,
Dünyânın diğer ucunda kasırgaya sepep olmasından daha derin ve sarsıcı oldu!..
Personel Kâ nunu “hizmet tazminatı” diyor, diğer kanunlar “görev tazminatı” diyor.
Karşılığında sıfır (0) olan benim maaş pusulamda ise “özel görev tazminatı” yazıyor.
“(A) bendi kapsamına giren ve temsil tazminatı almayan personele de “hizmet (görev) tazminatı” verildi.
Bir başka ifade ile; Yarbay ve üst rütbedeki subaylara da hizmet (görev) tazminatı ödenmeye başlandı.
Fakat
Bakanlar Kurulu Karar metinde geçen “6 aylık zaman sınırlaması”;
2002/4382 sayılı bu Bakanlar Kurulu Kararının 5’inci maddesi;
“10/1/2002 tarihli ve 2002/3546 sayılı Kararnamenin eki Kararın 1, 2, 3 ve 4'üncü maddeleri ile geçici 1'inci maddesinin uygulanmasına “15.07.2002 tarihinden itibaren devam olunur” şeklinde değiştirildi.
Ve bu sinsi hile ile;
"Sâdece 6 ay süre ile" ödenecek hizmet (görev) tazminatı “devâmlı” hâle getirildi.
* * * * *
Ve dahi
En az 7.000 gösterge üzerinden Makam veya Yüksek Hâkimlik Tazminatı alanlara ödenen Temsil tazminatı konusuna temas etmeyeceğim.
Bu tazminat, kozasında uyuyan ipek böceği larvaları için sözkonusu çünkü.
Tevâ tür o dur ki devletin kurumlarını sâ dece bu uyuyan ipekböceği larvaları temsil ediyor imiş!
“Memleketin buhranına ve kardeş kavgasına mâni olmak” bahâ nesi ile
27 Mayıs 1960 Cuma günü bütün memleketde idâreyi ele “darbeci subaylarımız”
Hemen ertesi sene piyasaya sürdükleri 211 sayılı TSK İç Hizmet Kânunu ile;
Kendi istikbâllerini ve özlük haklarını kısmen teminât altına almışlar idi.
Fakat
Subaylarımıza bütün bunlar az geldi...
Devletin kasasından kendi midelerine daha çok mama akıtmak için,
Hemen hummalı bir çalışma başlatdılar...
Bu kez de
TSK Personel Kânunu ismi ile yeni bir kânun piyasaya süren 27 Mayıs’ın darbeci subayları
“Tazminât” ismi ile
Ve fakat
5434 sayılı Emekli Sandığı Kânununa aykırı olarak kendilerine yeni menfaatler temin etdiler.
Bu menfaatlerden birisi ile de;
Kadrosuzluk sebebi ile terfi edemeyen beyaz subaylarımıza;
926 sayılı Kânunun 49’uncu maddesi ile “züğürt tesellisi” kâbilinden tazminât vermeye başladılar.
Bu tazminât ile kadrosuzlukdan dolayı emekli edilen subaylarımıza;
Aldıkları son maaşlarının 2 ilâ 8 katı tutarında toplu bir para veriliyor idi.
Subaylarımıza verilen bu tazminât;
O senelerde Emekli Sandığından aldıkları ikrâmiyenin dörtde birine tekâbül ediyor idi.
27 Mayıs subay darbesinin rüzgarından istifade ile;
1967 senesinde almaya başladıkları bu “züğürt tesellisi tazminâtın” mikdarı beyaz subaylarımıza az gelmeye başlayınca
Bu kez de bu tazminâtın mikdarını artıracak yeni fırsatlar kollamaya başladılar.
1993 senesine vâsıl olduğumuz günlerde bir pundunu bulan subaylarımız,
499 sayılı KHK ile bu emellerini tahakkuk etdirdiler.
27 Mayıs darbesinin kendilerine verdiği özgüven ile;
“Tazminât” ismini verdikleri ikrâmiyeyi 5434 sayılı Emekli Sandığı Kânununa aykırı olmasına rağmen
1967 senesinde meclise kabul etdirmişler idi.
Bu tazminât;
Emekli Sandığı Kânununa aykırı idi. Çünkü bu kânuna tâbi olan emeklilerden hiçbirisi,
Görevde iken aldığı bir tazminâtı, emekli olduğunda da almaya devâm etmiyor idi.
Fakat
1993 senesine vâsıl olduğumuz günlerde, rüzgâr hiç de subaylarımızdan yana esmiyor idi.
İktidâr ve muhalefet partileri bir araya gelmişler
Ve dahi
2 Eylül’ün darbeci subaylarını hesâba çekmek isdiyorlar idi.
1967 senesinde 5434 sayılı Emekli Sandığı Kânununa aykırı olarak almaya başladıkları
Ve dahi
“Tazminât” ismini verdikleri rüşveti
1993 senesinde meclise getirseler, kabul etdiremeyeceklerini beyaz subaylarımız pekâlâ biliyorlar idi.
Bu engeli aşmanın da biricik yolu var idi;
Yangından mal kaçırır gibi TBMM denetiminden kaçırarak bir KHK tertip etmek!..
Bu KHK’yi imzâlayacak bakanların kimisini,
Subay orduevine dâvet edip “bir balık iki duble rakı” ile tavladılar.
Kimisini de,
Tehdit ve yalan ile ya korkutdular ya da kandırdılar.
Ve böylece aşağıda anlatdığımız duruma geldik!
1967 senesinden beri;
499 sayılı KHK ile 1993 senesinde “kadrosuzluk tazminâtı” olarak tebdil edildi
Ve dahi
Ne diyelim? Helâl olsun vallahi!
Subaylar için bu kez de “Kadrosuzluk Tazminatı” icâd edildi.
Kadrosuzuluk sebebiyle terfi edemeyen
Veya
Yaş haddinden önce emekli edilen subaylara;
65 yaşına kadar ödenmek üzere ve ek göstergeler dâhil, orgeneral aylığının aşağıda gösterilen oranları emekli maaşlarına ilave edilmeye başlandı;
Orgeneral (% 30),
Korgeneral (% 25),
Tümgeneral (% 20),
Tuğgeneral (% 15),
Albay (% 12),
Yarbay (% 11),
Binbaşı (% 10) ve
Yüzbaşıya (% 9).
Orgeneral (% 333),
Korgeneral (% 360),
Tümgeneral (% 400),
Tuğgeneral (% 500),
Albay (% 583),
Yarbay (% 500),
Binbaşı (% 500) ve
Yüzbaşıya (% 333).
Tazminatın ismi bir yana, artış oranlarına dikkat ediniz.
Teselli ikramiyesi %583 artışla albaylara çıkmış. Emekli subayların maaşında önemli oranda artış getiren bu düzenlemede astsubayların gene esamesi okunmadı.
* * * * *
28/11/2011 târih ve 2011/2722 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile;
Ocak 2012 tarihinden geçerli olmak üzere;
Sâdece yarbaylara ve AÜKHE eğitimi almış astsubaylara yapılanlar gibi gizlice yapılan “balans ayarları” bunlara dâhil değil.
Makâlemizin buraya kadar olan satırlarına bakarsanız,
Yarbay ve üst rütbedeki bütün subay rütbelerinden yazıda bahsedildiğini görürsünüz.
Dikkatinizi çeken bir husus daha olmalı;
Buraya kadar dillerden dökülen ağdalı kelâmlarda, çıkartılan tomar tomar kanunlarda, astsubay kelimesi bir kez bile zikredilmemiş!
Bugüne kadar sâdece subaylara verilen;
Makam tazminatı,
Görev (hizmet) tazminatı,
Temsil tazminatı ve
Kadrosuzluk tazminatı için çıkartılan bu kanunlar silsilesine,
Eklenecek son halkada bakalım piyango kimlere çıkacak!..
* * * * *
Yazımızın öznesi;
Makam tazminatı,
Hizmet (görev) tazminatı
Temsil tazminatı ve
Kadrosuzluk tazminatı...
Elimizdeki belge ise bir soru önergesi.
Makam tazminatının subaya ve astsubaya verilmesi için İstanbul Milletvekili sayın Mahmut TANAL,
TBMM Başkanlığına 7/7407 sayılı yazılı bir soru önergesi vermiş.
Bu soru önergesini Millî Savunma Bakanı sayın İsmet YILMAZ,
22 Haziran 2012 tarihinde yazılı olarak cevaplamış. (Bkz. 22 Haziran 2012 târih ve MAİY:2012/7119/Kan. ve Kar.D.Ka. Tetkik ve İşl.Ş.1243 sayılı ve “Yazılı Soru Önergesi” konulu cevabî yazı).
Söz konusu soru önergesinde sayın TANAL şöyle diyor;
“Md.3. Yarbay ve üzeri rütbedeki subaylara verilen görev tazminatını 1’inci dereceye gelmiş muvazzaf ve emekli subay ve astsubayların da alabilmesini (yaklaşık 385 TL artış) öngören kanun tasarısı taslağı 11 Haziran 2012 tarihinde yasalaştırılmak üzere Başbakanlığa gönderilmiştir”.
İyi anlaşılması için konu hakkında kısa bilgi verelim...
Hatırlanacağı üzere;
2002 senesinde makam tazminatının yarbay ve astsubay II kademeli kıdemli başçavuşa da verilmesi amaçlanmış idi.
KHK kabul edilir edilmez, yarbaylara makam tazminatı hemen ödenmeye başlanmış
Fakat
Astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlara ödemeye gelince bütçe muslukları fısss! etmiş idi.
İşde, yukarıda anlatmaya çalışdığım husus; bu konunun devamı niteliğindedir.
Statü hazretleri, 2002 senesinde, astsubay II kademeli kıdemli başçavuşları ileri sürerek,
Makam tazminatını muvazzaf yarbaylara verdirmiş idi.
Geriye kim kalmış idiı?
El cevap “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar”.
Peki kimdir “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar?”
El cevap bir gayya kuyusu!.. Doldur içine kimi istersen!..
Anlaşılan, statü hazretleri, yarbaya makam tazminatı vermekle hızını alamamış,
Şimdi de “1’inci dereceye gelmiş emekli ve müstafi subaylar”a görev tazminatı verdirmek istiyor.
* * * * *
Gönül diyor ki şimdi burada dur ve şu soruları sor;
Görev (hizmet) tazminatı,
Temsil tazminatı ve
Emekli subaylara kadrosuzluk tazminatı verilmesi amacı ile yapılan düzenlemelerde,
Gene astsubayların esamesi okunmadı.
* * * * *
Şunları da soralım;
Bakalım; 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu; Madde 11 – Makam: Her âmirin Silahlı Kuvvetlerde temsil ettiği mevkidir.
Aynı Kanun, Madde 9 – Âmir: Makam ve memuriyet itibariyle emretmek salâhiyetini haiz kimsedir. Demek oluyor ki unvanı “Âmir” olan her asker makam tazminatını hak ediyor.
1982 senesinden beri makam tazminatı;
2000 tarihinden buyana temsil tazminatı,
2001 senesinden beridir de görev tazminatı;
Yarbay,
Albay,
Tuğgerenal,
Tümgeneral,
Korgeneral ve
Orgeneral rütbesindeki bütün subaylara veriliyor.
Kadrosuzluk tazminatı da 1993 senesinden beri;
Yüzbaşı,
Binbaşı,
Yarbay,
Albay,
Tuğgeneral,
Tümgeneral,
Korgeneral ve
Orgeneral rütbesindeki subaylara veriliyor.
Soru sormak zihin açar, sormaya devam edelim;
Yok, âmir olmayan, âmir olmadığı için makamı olmayan subaylar da var.
Var, Yarbay ve üstündeki subaylardan âmir olmayan ve âmir olmadığı için makam sahibi olmayan subaylar da var ve makam tazminatını alıyorlar.
Bu sorunun cevabını ben bulamadım.
Hayır. Âmir olduğundan dolayı makamı olan çok sayıda astsubaylar ve uzman jandarma çavuşlar var. Ben de Âmir unvanı ile görev yaptım, makamım vardı. İdâre, “Komutanlık” görevi veriyor fakat “Âmir” unvanı vermiyor astsubaya. Çorba, içmek içindir değil mi? Tıpkı çorba verip kaşık vermemek gibi...
Peki makamı olan astsubaylar ve uzman jandarma çavuşlara makam tazminatı niçin verilmez?
Sayın komutanlarımız;
Dizi dizi kanunlar çıkartıp makam ve görev tazminatını yukarıdan aşağıda doğru subaylara kerte kerte indirir iken
Etraflarına bakıp da kendilerinden başka “makam sahibi” göremediler mi acap?
Disiplin...
Bakalım; 211 sayılı TSK İç Hizmet Kânunu; Madde 13 – Disiplin: Kanunlara, nizamlara ve âmirlere mutlak bir itaat ve astının ve üstünün hukukuna riayet demektir.
O zaman ağalar, makam/görev/temsil/kadrosuzluk tazminatı ödenmesi konusunda;
Sizler bunca zamandan beri astınızın hukukuna riayet etmiyorsunuz ve onların haklarını tahakkuk ettirmiyorsunuz!..
Hani ast’ın hukukuna riayet? Kanunu ihlâl ettiğinizin farkında mısınız?
Bu cümleden olmak üzere;
Şimdi kim var sırada?
Önce binbaşılar,
Bir zaman sonra yüzbaşılar,
Üsteğmenler,
Teğmenler ve
Asteğmenler...
Şimdi de
Muvazzaf ve emekli/müstafi binbaşılara da;
Makam ve hizmet (görev) tazminatı verilmesi konusunda kanun teklifleri, soru önergeleri, yazışmalar çizişmeler yapılıyor bugünlerde.
Peki,
Âmir unvanlı makam sahibi astsubaylar ve uzman jandarma çavuşlar ne olacak?
* * * * *
Bu arada kısa bir bilgi hatırlatayım.
Bilginiz üzere astsubay tabiri,
İlk kez 05 Temmuz 1951 tarihli ve 5802 sayılı Astsubay Kanunda ihdas edildi.
Astsubay Kanununun birinci maddesi bakın ne diyor;
926 sayılı TSK Personel Kanununun 1967 senesinde meriyete girmesiyle,
5802 sayılı Astsubay Kanunu ilğa edildi.
Fakat
Astsubay Kanununun sâdece bir maddesi;
Yukarıda gördüğünüz birinci maddesi,
“Madde 208/k fıkrası” olarak 926 sayılı TSK Personel Kânununda aynen ipkâ edildi.
Astsubay Kanunu çıktığı ilk günden beri;
Subaylarla emsal görev yapan astsubaylara, artık bu tarifin çok dar geldiği tartışma götürmeyecek bir hakikatdir.
Sâdece Astsubay için tertip edilen bu târif önemlidir.
Subayın bile hiçbir kanunda böylesi çarpıcı bir tanımı ve tarifi yokdur.
5802 sayılı Astsubay Kanununa niçin konulduğu
Ve
Bu kanun ilğa edilirken 926 sayılı TSK Personel Kânununa niçin ithâl edildiği derinlemesine araştırılıp sebebi açığa çıkartılmalıdır.
Astsubay tâbirinin kanunumuza girdiği ilk tarih olan 1951 senesinden
Yaklaşık olarak 2000 senesine kadar tam 60 sene, Âmir’lik unvanı astsubaylardan esirgendi.
Bunu bir kenera yazınız. Statü hazretleri, Âmir’lik unvânını sâdece subaylara has bir makam olarak kullandı.
Âmirliğe sadece subayları layık gördü.
Yakın zamana kadar “Âmir” deyince akla sâdece subay geliyordu.
2000’li yıllarda, ordumuzda meydana gelen müsbet yöndeki zihniyet değişikliğine koşut olarak
Önce Kuvvet Komutanlarının inhasıyla astsubaylara Âmir’lik ünvanı verildi.
Daha sonra, astsubaylar için Âmirlik kadroları ihdas edildi ve
TMK’larda astsubay kadrolarının “Unvanı” hanesine “Âmir” ibâresi yazılmaya başlandı.
Astsubay kadrolarının Âmirlik olarak ihdas edilmesi konusunda yetkisini sonuna kadar kullanan zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Metin ATAÇ’ı bu vesileyle saygıyla ve hörmetle yâd ediyorum.
2007 senesinde, Deniz Kuvvetleri Komutanlı Karargâ hındaki bir kadroya “Amir” unvanıyla atandım.
Atanma emrini okuduğumda, “Amir” kelimesinin parantez içinde yazılması dikkatimi çekdi.
Subay atamalarına bakdım, “... Amiri” şeklinde yazıyordu.
Fakat benim atama emrinde “.. K.lğı (Amir) şeklinde yazıyordu.
Hemen Atama Astsubayını arayıp bunun sebebini sordum.
Cevap, Şube Müdüründen geldi. “Şef, inceledik, Amir ibaresinin niçin parantez içinde (Amir) şeklinde yazıldığına dair bir gerekce bulamadık. Haklısınız, hemen değiştiriyoruz” dedi.
Ertesi gün Personel Bilgi Sistemine girip bakdım. Amir ibaresindeki parantez () kaldırılmışdı.
Bu hatıramı anlatmamın esbap-ı mucibesi, makam/görev tazminatının astsubaylar için yeni bir mevzu olması.
Yarbaylar ile birlikte astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlara makam tazminatı ödenmesine dair
Bakanlar Kurulu Kararının 2002 senesine denk gelmesi de yukarıda açıkladığım tekâmül ile alâkalıdır.
Meseleye adâ let açısından bakıldığında;
Maalesef statü hazretleri, “Amirlik” unvâ nını astsubaylardan tam 50 sene esirgemişdir.
Hem amirlik hem de makam görevleri yaptığı hâ lde
Astsubaylara makam/görev tazminatı ödenmesi konusunda da idare, kendisi için isteyip aldıklarını astsubaylardan hâlâ esirgemektedir.
* * * * *
Son zamanlarda ortalıkda dolaşan soru önergelerinde ve kanun tekliflerine bakıldığında,
Genelkurmay Başkanlığımızın ifâ de ettiği gibi,
Çalışmalarının bir “sistem bütünlüğü içinde” yapıldığını söylemek mümkün.
Yazışmalarda Ordumuzdaki bütün sınıfları kapsayan kavramlar kullanılmış; teklifler; subay, astsubay, uzman jandarma çavuş ve uzman erbaşları ihtiva ediyor.
Lakin, gelin görün ki sonuca baktığımızda yeni kazanımlar elde edenlerin sâ dece ve her zaman subaylar olduğunu görüyoruz.
Statü hazretleri, kendi maksadına ulaşmak için astsubayı bir koç başı olarak ileri sürmüş;
2002 senesindeki uygulamadan, muvazzaf yarbaylar parsayı toplarken,
Muvazzaf astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlar ise, teşbihde hatâ olmaz, avucunu yalamıştı.
Önce astsubay II kademeli kıdemli başçavuşları ileri sürerek yarbaylara makam ve hizmet (görev) tazminatını kopardınız.
Şimdi de ortalıkda dolaşan kanun tekliflerine ve soru önergelerine bakıldığında;
Astsubayların gene koç başı olarak ileri sürüldüğünü ve
Gizli maksadın bu kez de kıdemli binbaşılara makam ve hizmet (görev) tazminatı kotarmak olduğu görülüyor.
Bu da yetmedi “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar”a görev tazminatı isteniyor. Önceki yazışmalarda böyle bir talebiniz de yokdu. Şimdi, kendi lehinize çıtayı biraz daha yükseltiyor, bir adım daha mevzi kazanıyor, maksadınızı iyice tevessü ettirip bu kez de “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar”a görev tazminatı verilmesini gündeme taşıyorsunuz. Tıpkı muvazzaf yarbaylara makam tazminatı verilmesinde yapılan hülleye burada da başvuruyorusunuz ve gene astsubayları truva atı olarak kullanıyorsunuz.
Balıkesir milletvekili sayın Ahmet Duran BULUT’un 26 Haziran 2012 târihinde verdiği 7/7513 sayılı soru önergesinin konumuz ile alakalı iki maddesi işte şöyle;
Dikkat ettiyseniz önergede; yüzbaşı, üsteğmen, teğmen ve asteğmenlerin adı geçmiyor.
Bu kanun teklifi ile idâre; astsubaylar, uzman jandarma çavuşlar ve uzman erbaşları her zaman yaptığı gibi gene bir torba olarak kullanıp bu torbanın içine “1’inci dereceye gelmiş muvazzaf ve emekli binbaşıları, yüzbaşıları, üsteğmenleri, teğmenleri ve asteğmenleri doldurmuşdur.
İdâre; yüzbaşı, üsteğmen, teğmen ve asteğmenlerden hiç bahsetmeden ve onları bu torbanın dibinde gizleyerek astsubayları, uzman jandarma çavuş ve uzman erbaşları truva atı gibi kullanarak muvazzaf ve emekli binbaşılara istediğinin aynısının onlara da verilmesini talep ediyor.
Nasıl?
Zeyrekce değil mi?..
Bu ifadelerde bakalım daha ne hinlikler gizli...
Hayat; boğuştuğunuz fırtınalarla, yediğiniz denizlerle değil,
Gemiyi limana salimen getirip getirmediğiniz ile ilgilenir.
İdâre bu niyetinde ne kadar samimi? Kanun çıktığında göreceğiz elbet.
Bu da yetmiyor, şimdi de “başçavuşları” (TSK’de böyle bir rütbe yoktur, bunu artık öğrenin!) ileri sürerek ve her zamân yaptığınız gibi onların sırtına basarak;
“Subayları”, astsubay zarfının içine saklayıp muvazzaf kıdemli binbaşılara makâm tazminâtı kotarmaya çalışıyorsunuz.
Bu yazının müellifi beyninizin gerisinde gizlediğiniz niyetinizi okuyor ve bundan sonraki hamlenizi de buradan cümle âleme fâş ediyor...
Maaş iyileştirilmesi konusunda verilecek ilk kanun teklifinde;
"Birinci dereceye gelmemiş" bütün subaylara, bir başka ifadeyle emekli olmuş kıdemli binbaşılara;
Bir zaman sonra yüzbaşılara, üsteğmen, teğmen ve asteğmenlere de makâm tazminâtı verdirmek için
Gene aynı tezgâhı hazırlayacaksınız.
Sahneye koyacakları bu oyunda, kendileri sutre gerisine saklanır iken
Oyunun figüranı olarak da gene astsubayları ileri sürecekler.
Her daim yaptıkları gibi astsubayların omuzuna basarak gene sâ dece kendileri nemalanacaklar.
1/4'ünde olmadığı hâlde;
Muvazzaf yarbaya makam tazminatı ödenmesini “hukuka aykırı” bulan Yargıtayın raporuna rağmen
Yarbaylara makam tazminatı ödeyen idâre,
Kanun çıkardığı hâlde;
Astsubaya makam tazminatı ödemeye gelince “bütçede ödenek yok” diyor ya da birisi öyle dedirtiyor.
Kanaat-i şahsiyemiz odur ki ikincisi daha muhtemel. Bu ikircikli muamelede tâ rifsiz bir çifte standartdn pis kokusunu almayan var mı?
Muvazzaf yarbaya kanunsuz olarak makam tazminatı ödenmiş, kimin umurunda.
Kanunları hacamat etmek bahasına subaya makam tazminatı ödeyen
Ve fakat
Ellerinde aynı kanun olduğu hâlde;
Astsubaya aynı tazminatı vermeyen siyasî idârenin bu tutumunun ahlakî olduğunu söyleyebilir miyiz?
Askerî idâre;
2002 senesinde muvazzaf yarbaylara makam tazminatı verilmesini temin ederken,
Aynı kanuna dâhil ettiği muvazzaf astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlara makam tazminatı verilmesi konusunda kendi iradesini maksatlı olarak ortaya koymamış,
Hattâ siyasî idâreye aksi yönde tesir ederek dolaylı yoldan engel olmuşdur.
Tıpkı astsubayara 1/4'ünün verilmesinde yaptığı muvazaa gibi...
Askerî idâre, 2007 senesinde bu kez de;
“Emekli subaylar” gibi muğlak bir torbanın içine doldurduğu emekli ve müstafiğ subaylara makam tazminatı verdirmek için milletvekilini öne sürerek, omuzuna basarak kulis yapmışdır.
Bu gayretleri hâlen devam etmektedir. Aynı soru önergesine “eğreti olarak iliştirilen” emekli astsubaylar ise hâlen arafda bekletilmektedir. Askerî idârenin bu konuda da niyetini okumak zor değildir; gene aynı hülleyi sahneye koyacaktır.
Genelkurmay Başkanlığımızın TARİH: 04 Mayıs 2012, SAAT: 11:15 ve NO: BA-02/12 sayılı meşhur Basın Açıklamasına bir göz atalım:
3. Türk Silahlı Kuvvetleri personelinin özlük haklarına yönelik iyileştirmeler; yüce devletimizin sağladığı imkânlar, ülkemizin şartları ve askerlik mesleğinin kuralları dikkate alınarak, bir sistem bütünlüğü içinde incelenmekte; Genelkurmay Başkanlığı yetkisindeki düzenlemeler hayata geçirilmekte, diğer konular ilgili makamlara teklif edilmektedir.
7. Sonuç olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri; birbirlerine gönül bağıyla kenetlenmiş fedakâr ve kahraman mensuplarının moral ve motivasyonunu en üst düzeyde tutmak maksadıyla, devletimizin sağladığı imkânları kullanmak suretiyle, ihtiyaç duyulan ve yetkisi dâhilindeki düzenlemeleri titizlikle yapmaya devam edecektir.
* * * * *
Yukarıdaki paragraflarda incelediğimiz makam tazminatının ödenmesi konusunda
Genelkurmay Başkanlığımızın bugüne kadar yaptığı ortada durur iken
04 Mayıs 2012 tarihli Basın Açıklamasında;
Çalışmaların “bir sistem bütünlüğü içinde yürütüldüğünü” ifade ediyorsa, buna kim inanır?
Sen önce, makam tazminatı ödemek için beraber yola çık,
Sonra astsubayı suya götür, susuz getir...
Hem de bir değil, iki değil...
Sonra da özlük çalışmalarının “bir sistem bütünlüğü içinde yürütüldüğünü” söyle.
Devlet idâre etmek, en azından ciddiyet ve samimiyet ve hakkâniyetli davranmayı gerektirir. Böyle ikircikli davranmak, ciddiyet ve samimiyetle bağdaşır mı?
Boğa, boynuzundan; adam, sözünden tutulur!..
Makam tazminatının astsubaylara ödenmesi maksadıyla
Bugüne kadar “bir sistem bütünlüğü içinde incelediğiniz” ve
"Titizlikle yapmaya devam ettiğiniz düzenlemeler”in neticesi ortada.
Beraber çıktığınız bu yolda; astsubay, bir truva atı oldu, siz, atın içine gizlendiniz.
Beraber çıktığınız bu yolda; astsubay bir zarf oldu, sizler zarfın içine saklanan mazruf oldunuz.
Beraber çıkdığınız bu yolda, astsubaylar koç başı oldu, kapılar kırılınca astsubayın omuzuna basarak ilk önce ve sadece sizler içeriye girdiniz.
Beraber çıkdığınız bu yolda, kazanan hep siz, kaybeden hep astsubaylar oldu.
Zâten yağlı ve kat kat ballı olan ekmeğinize sırf biraz daha, taşırıncaya kadar yağ ve bal sürmek için astsubaylar üzerinden mağdur edebiyatı yaptınız.
Sâdece kendi menfaatinizi tahakkuk ettirmek maksadıyla kanunlar çıkartmak için astsubayı bir maymuncuk gibi kullandınız.
Ve her seferinde nalıncı keseri misâli hep kendinize yontdunuz.
Devlet yönetme ciddiyeti nerede, samimiyeti nerede, hakkâniyet nerede, insaf nerede?..
Dilinizle söylediğiniz ile elinizle yaptığınız birbirine taban taban zıt ise o zaman sizin yaptığınıza biz ne diyeceğiz?
* * * * *
Zapdetdiği ülkelerde ebedî bir hâkimiyet kurmak isteyen Büyük İskender, zamanın ünlü bilgesi Aristo’ya bir mektup yazar ve kendisinin bu hususdaki tavsiyesini almak ister;
Hocam, rakiplerimin, muhaliflerimin;
Aristo, cevabî mektubunda Büyük İskender’e şunları öğütler;
Son 60 yıldan beri gıllı gışlı, tefrika tefrika kanunlar çıkartıp kendileri için ballı gaymaklı düzenlemeler yapan avara kasnakcıların astsubay haklarının tahakkuku hususunda yaptıklarıyla Aristo mantığı arasında bir benzerlik var mı sizce?...
Ağaca baltayla vurmuşlar; ağaç, “sapı bedenimdendir” demiş.
Malûm mihrâkların ordumuza yapdığına “TSK’yi itibarsızlaştırmak” diyor isek şâyet,
TSK’yi bu şekilde itibarsızlaştıran kendi subaylarımızın TSK’ye yapdıklarına ne diyeceğiz?
Hûlâsaten,
Bugüne kadar yapılan her düzenlemede, parsayı üç beş yüz apoletli fesat kumkuması topladı.
Beşik ulemalarının çarkına su taşıdığı tazminat silsilesinin fesat sarmalı hoyratca dönmeye devam ediyor...
1975 senesinde öncülüğünü meslek büyüğümüz astsubay ağabeylerimizin
Ve
Yiğit hanımlarının yapdığı ve basında geniş yer tutan ilk topyekûn eylemden buyana
Emekli astsubayların haklı taleplerini ilgililer, hoyuk gibi elleri böğründe seyredip “kös dinler gibi” dinledi.
Yüzbinlerce emekli astsubayın dağları aşan feryatları ve yaptığı eylemler “davulcu osuruğu” mesabesinde kaldı.
Takke düşdü, kel görünmek üzere!..
Borç para bulup ya da belediyenin tedarik ettiği bilâ ücret otobüslere binerek
Alltı delik ayakkabılarıyla yurdun dört bir yanından Ankara’ya gelip
Yllarda hakkını, hukukunu arayan yüzbinlerce emekli astsubayın bunca yıldır ortaya döktüğü emekleri ve
Bitmez tükenmez çabaları ise “sağdıç emeği” olmamalı, olmayacak!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.
Genelkurmay Başkanlığı’nın hükümete yapmış olduğu assubaylara ilişkin özlük haklarının iyileştirilmesine Maliye Bakanlığının, yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)nin olumsuz görüş bildirdiğinden bundan birkaç gün önce haberdar olarak “Madem Görmüyorsunuz Kaldırın Assubaylığı” başlığı altında konuyu ele aldık.
Yazı kısa sürede binlerce okuyucu tarafından okundu,
Çoğu makale şeklinde olan onlarca fikir ve düşünce assubaylar tarafından yazıya eklendi,
Fikirleriyle yazıya katkı sağlayan hiç kimse “Assubaylık Kaldırılmasın” demedi,
Eğer “Assubaylık dünyanın her ordusunda var, assubaylığın kaldırılması düşünülemez” şeklinde düşünerek bu statünün devamından yana olanlar varsa şayet;
Neden gerekli olduğunu anlatarak, artık toplumu ikna etmek durumundadırlar, -kaldı ki toplumda da assubaylara yönelik yıllara sâri oluşmuş bir kanaat vardır-
Evet, soruyu tersten soruyor ve diyoruz ki “Sizce assubaylık niçin gereklidir?”
Türk toplumunun böyle bir statüye ihtiyacı var mıdır?
İnsanlar niçin assubay olmalı?
İnsanların assubay olması için, sosyolojik açıdan, psikolojik açıdan gerekçeleriniz nelerdir?
Nasıl bir assubay hayaliniz var?
***
Hali hazırdaki çalışan ve emekli assubaylar sosyolojik, psikolojik ve maddi açıdan büyük sıkıntılar yaşıyor.
On yıldır Türkiye’yi yönetmekte olan güçlü iktidarın da TSK’nın zaman içerisinde assubaylara yönelik yarattığı olumsuzluklarını ortadan kaldırmadığını, üstelik subay ile assubay arasındaki ücreti subay statüsünün lehine daha da geliştirerek sürdürdüğünü görmekteyiz.
Gelirde bir iyileştirme var mı? Yok,
Tek kişilik ceza sisteminde değişiklik var mı? Yok,
Assubaylardan kimilerinin toplu erat karşısında aşağılanmasına devam edildiğine dair pek çok haber mevcut. Bu durumun düzelmesi için subaya “geçmişi unut, artık şöyle yap” diyen olsa, eski kafalılar ikaz edilse, böyle haberler ortaya çıkar mı?
Assubay ya “açlık” ya da “yoksulluk” sınırı altında bir gelirle yaşam kavgasına devam ediyor,
Genç assubay, emekli assubay meslektaşını gördüğünde geleceğinin vahametini de görmeye devam ediyor,
Yarım asırdan fazladır haksızlığa uğruyorum diyen bir Türk assubay camiası var mı? Var,
Onca hak isteyen, bu uğurda eylem yapan, düşünce üreten assubaya rağmen assubaylara yönelik bir iyileştirme yapılmış mı? Hayır,
Öyleyse, assubaylık niçin gereklidir, önce assubaylara sonra da assubay kaynağı olmaya aday topluma durum anlatılmalıdır.
***
Son söz,
Görülmeyen, kişilerin gelişime engel olan, talepleri hiçbir şekilde kabul görmeyen, kişileri mutsuz kılan Assubay Statüsü kaldırılmalıdır,
Onca fakülte mezunu assubaya rağmen üniversite bitirenler subay olarak vatan hizmetini, assubaydan bir üst statüde, onun komutanı olarak yapmaktadırlar mı? Evet,
Yapılan bu uygulama aynı zamanda assubaya TSK’da verilen önemi, değeri göstermekte midir? Evet,
O halde tek statüye geçmek hiç de zor olmasa gerek,
Tek statüye geçilmeli, kişiler branşlara göre teğmenlikten başlayarak atanmalı; rütbe ilerlemesi, belirlenecek kadrolara göre, kişinin performansına, gelişimine istinaden yapılmalıdır.