Asubay Tefrikası 6-2 Aldatanlar Ülkesinin Aldatılmaya Doymayan Askeri; Asubaylar
Asubay Tefrikası -6-‘nın birinci kısmını teşkil eden makâlemiz ile; Türkiye’nin en çok aldatılan insanlarının kimler olduğuna dâir Epeyi bilgi edinmiş idiniz. Lâkin, Kırmızı buğday niyetine tarladan değil fakat Dağarımızdan binbir emek ile derleyip de İrili ufaklı binlerce kelimeyi sabır değirmeninde şevk ile un eyleyerek Bunca zamândan beri sinemde biriken ter ile yoğurdukdan sonra Ekşi mayalı, mis kokulu çıtır ekmekler pişirip Agaya beleş! düsturu ile kapınıza kadar bilâ ücret ulaşdırsak da Varın, siz o makâlemizdeki kelimelerin hiçbirisine kulak asmayın! Asubay Tefrikası -6-‘nın ikinci kısmını terkip eyleyen işbu makâlemizde, Aslında bugün sâdece bir tek bilgi öğreneceksiniz, inşallah! * * * * *
Asubaylığın teşkil edilmesindeki sinsi maksadı fâş eylemek, bu makâlemizin elbetde yegâne hedefi değildir! Özü itibârı ile bugünkü mevzuâtımıza göre “astsubay” olarak tesmiye etdiğimiz askerlerin, Memleketimizin en çok aldatılan vatandaşları olduğunu belgeleri ile gözler önüne sermek sûreti ile Asubayların aldatılmasının perde arkasını tam olarak görmek Ve dahi “Gedikli” isimi verilen asker sınıfının donanmamızda teşkil edilmesindeki gizli maksadı ortaya çıkartmak için yazdığımız bu makâlemiz aynı zamânda; “Astsubay” denilen asker sınıfının ordumuzda teşkil edilmesine karşı duran dar kapsamlı bir “reddiye”’dir.
* * * * *
Ellerini açıp başını göğe doğru çeviren Oğuz Kağan İkibinikiyüzyirmibeş sene evvelinden şöyle duâ etdi;
Ulu Tengri! Gök Tengri! Gözel Tengri; Türk toprağında hürler yaşasın! Ȃdâlet hüküm sürsün sâdece! Türk yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki Fakirlik suç sayılsın!
Türk atası Oğuz Kağan;
Gök Tengri’ye işde, böyle yalvardı!
|
* * * * *
Kendisini ziyârete gelen Romanya Dış Bakanı Vicktor Antonesko ve hanımı şerefine yemek vermek için 16 Mart 1937 Salı akşamı Ankara Park Otele giden Birinci Cumhurbaşkanı ATATÜRK, Yemekler yenir iken sohbetin koyu bir deminde Romanya’lı misâfirlerine şöyle dedi.
|
* * * * *
Ve dahi
Peki,
Bizim devletimizin kimi adamları ve zâbitânı, “Astsubay” dedikleri uyduruk askerlere geçen asırlarda;
Ve daha da mühimi
Bu suâllerin cevâbı da işbu makâlemizin “ast” başlıkları olacak, inşallah!
Asubay Tefrikas -6-‘nın ikinci kısmını terkip eden konumuza sayfalar dar geldi.
Bu sebepden dolayı ikinci kısmı üç “ast” başlık altında neşredeceğiz.
Bunlar;
Eski Tüfek’den bugünlerde, buralarda öğreneceğiniz bilgiler karşısında
Şaşırmakdan da öte,
Afallayacaksınız!..
* * * * *
Asubay dedikleri asker sınıfının ihtiyâçlar silsilesindeki yerini anlamak için
İltifât buyurursanız şâyet
Evvelâ Deniz Asubaylığının ordumuzdaki târihine doğru ve kısaca bir nazâr eyleyelim.
Genelkurmay Başkanlığı MSB diyor ki; Berrî (Kara) Ordumuzu, M.Ö. 209 senesinde teşkil etdik.
Bahrî (Deniz) Ordumuzu, 1081 senesinde teşkil etdik. |
Deniz Harp Okuluna menşe teşkil eden “Hendesehâne” isimli mektebi, 1776 senesinde teşkil etdik. Kara Harp Okuluna menşe teşkil eden “Mekteb-i Ulûm-i Harbiye”’yi de 1834 senesinde teşkil etdik. |
Harp Okullarımız hizmete açılmadan evvel Osmanlı Ordularımızda iki sınıf asker mevcut idi;
1. Nefer (Gönüllü/Kur’alı) 2. Zâbit (Alaylı)
|
Aynı cümleden olmak üzere gene bu târihlere kadar komutanlarımızın hemen hepsi “alaylı” idi.
Erlikden terfili başkomutanlarımızın sevk ve idâre etdiği kara ve deniz ordularımız,
Asırlar boyunca zaferden zaferlere koşdu...
Üç kıtayı yurt, denizleri göl eyleyen devletimizin yüzölçümü, 21 milyon kilometre kareye kadar genişledi.
Fakat, şu tuhaflığa bakınız ki;
Avrupa devletlerinden örnek aldığımız “harp okullarının” memleketimizde açılması ile birlikde,
Berrî ve bahrî ordularımız, muharebelerde düşmân karşısında peşpeşe mağlub edilmeye başladı.
Ve bu sözde ve şâibeli “garblılaşma” neticesinde bir şey daha oldu;
Ordumuzda çok tehlikeli bir “sınıflaşma” ve “kastlaşma” başladı...
Açdığımız her yeni asker mektebi, kendine özgü yeni ve ayrı asker sınıfları doğurdu!
“Er ve zâbit”’den müteşekkil Osmanlı Devletinin iki sınıflı kavi ordu yapısını
İlk defâ teşkil etdiğimiz “gedikli” sınıfı ile 1890 senesinde, Bahrî ordumuzda bozduk!
İlk defâ teşkil etdiğimiz “küçük zâbit” sınıfı ile de 1909 senesinde, Berrî ordumuzda bozduk!
Peki,
Ordularımızın iki sınıflı sağlam bünyesini bozmak bahâsına icâd etdiğimiz bu “ara sınıf” askerleri,
Paslı bıçak gibi ordumuzun döşüne saplayan beyaz zâbitân heyetimizin,
Bu “ara sınıfları” peydahlamasındaki gizli maksadı ne idi?
* * * * *
Gülgûn şarap, gül kokulu güzeller, yeşil çimen, bir somun da ekmek dedin hep;
Ey Hayyâm! Sana ayyaş diyenler utansın! Sen, güzel adammışsın be!
Sen sofusun, hep dinden dem vurursun;
Bana sapık, dinsiz der durursun.
Peki, ben ne görünüyorsam O’yum:
Ya sen? Ne görünüyorsan O musun?
* * * * *
Ordularımızdaki bu tehlikeli “kastlaşmanın” sebebini anlamak için
Evvelâ ordularımızdaki “sınıflaşmayı” ve bu sınıflaşmanın getirdiği “bölünmeyi” anlamalıyız!
Bölünmeyi iyi olarak anlar isek şâyet bölünmenin sebebi de kendiliğinden zuhûr eyleyecek, inşallah!
Ordumuzun kaşar dilimi gibi ince ince ve “sistemli” olarak sınıflara bölünmesini fâş eylemeye
Benim de eski bir mensûbu olduğum Donanmamız (Deniz Kuvvetleri) ile başlayalım...
* * * * *
A. Donanmada “Gedikli”, “Gedikli Zâbit” ve “Küçük Zâbit” Sınıflarının Teşkil Edilmesinin Sebebi;
Donanmamıza “kastlaşma” ve “bölünme” getiren ilk tâbirât da târih sırasına göre şunlar;
Bu tâbirâtı donanma ıslâhımıza dâhil eden Nizâm/Kânunnâmeler de gene târih sırasına göre şunlar;
1. 1701 Donanma Kânunnâmesi,
2. 1792 Donanma Kânunnâmesi,
3. 1890 Gedikli sınıfı Nizâmnâmesi,
4. 1913 Efrâd, Küçük Zâbit ve Gedik Zâbit Nizâmnâmesi.
* * * * *
İsimlerini yukarıda zikretdiğimz Donanma Nizâmnâmelerini târih sırasına göre şöyle bir görelim hele!..
1701 Donanma Kânunnâmesi;
Bahriyemize özgü olan “gedik” tâbirine ben ilk kez, donanmamızın ilk kânunu olan 1701 Donanma Kânunnâmesinde rastladım. Bu kânunnâmede “nefer”, “aga”, “reis”, “ümerâ”, “zâbit”, “gedik” ve “donanma gedikli zâbitliği” tâbirâtı var. Bu dönemde donanmamızda mektep henüz yok idi. Mekteb olmadığı için gemi tayfasının handiyse tamâmı okuma-yazma dahi bilmiyor idi. Gemicilik mesleği “usda-çırak” esâsına göre ezbere öğreniliyor idi. 1701 Kânunnâmesinden de anlaşılacağı üzere “gedikli” ve “gedikli zâbit” tâbirâtının donanmamız ıstılâhına 1701 senesinde girdiğini görüyoruz. Bu kânunda ”gedik”lerin ne olduğu ve bu “gedik”lerde hangi “zâbit”’lerin görev yapacağı açıklanmış. Fakat o dönemde donanmamız tayfası arasında henüz belirgin bir “sınıflaşma” yok! Bir başka ifâde ile “gedik”lerde görev yapan “zâbit” tayfasının tamamı, tek sınıf olarak teşkil edildi.
Bu dönemlerde donanma gemilerimizde en düşük rütbe ile göreve başlayan bir tayfa,
Kâbiliyetine ve celâdetine koşut olarak o gemiye “reis” olabiliyor idi.
Buna en güzel örnek ise “palabıyık” lakablı Cezâyirli Gâzi Hasan Paşa’dır.
Tekirdağlı bir tüccarın âzâd etdiği bir köle olan
Ve dahi
Cezâyir’deki korsan gemilerinde tayfalık yapdıkdan sonra
1761 senesinde Osmanlı donanmasında “kalyon kaptanı” olarak gemiciliğe başlayan Hasan,
Kaptan-ı Deryâ (Deniz Kuvvetleri Komutanı)’lığa kadar terfi edebilmiş idi.
* * * * *
“Gedik” ve “gedikli” kelimelerinin anlamını öğrenmek için de sözlüğe bakdık!
TDK, ilk Türkce sözlüğünü 1944 senesinde neşretdi. Bu sözlüğümüze göre “gedik” ve “gedikli” ne demek imiş, buyurun görelim;
Hazır, TDK’ya gitmiş iken bir de “asubay” kelimesine bakalım dedik!
Çift “s” ile yazıldığına bakmayın siz!
Cumhuriyetimizi;
"Asubay" kelimesini 1944 senesinde TDK sözlüğüne böyle çift “s” ile yazan gerzeklerin;
Ve dahi
|
* * * * *
Gedikliler ve Ȃdem SERT isimli makâlemizde 17 Şubat 2017 Cumâ günü fâş eylemiş idik!
Bu hakikâti bugün burada bir kez daha tekrâr edelim. Gerek 1701, gerekse aşağıdaki bölümde bahsedeceğimiz 1792 Donanma Nizâmnâmelerinden ortaya çıkan çarpıcı hakikât şudur;
Bugün “çavuş” ve “başçavuş” olarak bildiğimiz ve "astsubay" sınıfına özgü olan “rütbe isimleri”, bu kânunnâmelerde “gedikli zâbit” sınıfına dâhil olan tayfaları temsil ediyor idi. Bir başka ifâde ile Deniz Kuvvetlerimizde bugün “subay ve asubay” olarak bildiğimiz asker sınıflarının her ikisi de 1701 ve 1792 kânunlarına göre “gedikli zâbit” idi.
Bugünkü mevzuâtımızda “astsubay” dediğimiz biz askerlere “gedikli” diyerek tahkir ve tezyif etmeye yeltenen târih câhili, yalancı, bölücü ve şerefsiz subaylarımız bu hakikâti öğrensinler!
|
* * * * *
1792 Donanma Kânunnâmesi;
Osmanlı Donanmasına çeki düzen veren ikinci kânunnâme ise 1792 kânunnâmesidir. “Gedikli” kelimesine de ilk defâ bu kânunnâmede rastladım. 11 Temmuz 1792 târihinde meriyyete konulan bu kânunnâme ile donanmamızda ilk kez bir sınıflaşma başladı. Bunun sebebi de 1776 senesinde “hendesehâne” ismi ile ilk bahriye mektebinin teşkil edilmesi ile birlikde donanmamızda “mektebli zâbit” döneminin başlamasıdır. “Hendesehâne”den mezûn olan zâbitânın gemilerde göreve başlaması ile birlikde, donanmadaki tayfa sınıflarından birisi bu kez “zâbit” ya da “gedikli” olarak tesmiye edildi. Buradaki “gedikli” kelimesinin anlamı ise bugünkü “muvazzaf” kelimesinin ta kendisidir. 1792 Donanma Kânunnâmesi ile tayfalar, aşağıda görülen dört sınıfda tasnif edildi;
Yukarıda söz etdiğimiz donanma tayfalarından;
Birinci sınıfa dâhil olanlar “gedikli (dâimî)” bugünkü anlamı ile “muvazzaf” tayfa,
Diğer üç sınıf ise “muvakkat (geçici/mevsimlik)” bugünkü anlamı ile “sözleşmeli” tayfa idi.
“Gedik” ve “zâbit” kelimelerinin 1792 senesinden sonra meriyyete konulan nizâmnâmelerde “zâbit gediği” ve “gedikli zâbit” şekline tebdil olunarak bugünkü “gedikli zâbit” tâbirine evrildiğini görüyoruz.
* * * * *
Yeri gelmiş iken târih uğrusu zâbitânımızın yapdığı bir târih sahtekârlığını burada teşhir edelim. Bugün bildiğimiz “subay” sınıfının bir zamânlar “gedikli zâbit” olduğunu beyaz subaylarımız hep inkâr ederler. Bakınız, aşağıda iki kitabdan sayfalar var. Donanma gedikli zâbitliğinden bahseden soldaki kitab, bir doktora tezi olarak yazılmış. Bu bilim adamı, kaynak olarak aldığı makâlede ne gördü ise aynısını kitabına almış.
Fakat sağ tarafda gördüğünüz kitabı Genelkurmay Başkanlığımız, Naci ÇAKIN ve Nafiz ORHON isimli emekli iki zâbitine yazdırmış.
Şöyle bir mukâyese ediniz, bakalım!
Her iki kitabı yazan şahıslar; bu sayfalardaki bilgiyi, kendisi emekli bir bahriye zâbiti olan Safvet’in 1913 senesinde neşretdiği “1205’de Donanmamız” isimli makâlesinden almış.
Fakat beyaz zâbitân heyetimiz, nasıl da âdice bir “târih uğruluğu” yapmış, yukarıda siz kendiniz görünüz!
Ordumuzun “Gedikli Erbaş” isimli asker sınıfı hakkında Genelkurmay Başkanlığımızın çevirdiği tezgâhı
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı isimli iki bölümlü makâlemiz ile 09 Ocak 2015 Cuma günü fâş eylemiş idik!
“Gedikli zâbit” ve “gedikli subay” tâbirâtının Türkce söz dağarımızdan silinmesi konusunda Türk Dil Kurumu ve Genelkurmay Başkanlığımızın çevirdiği çok sinsi bir kumpas var ki,
Bu tezgâhı çevirenlerin etinden et kopartacağımızı da bilsinler!
* * * * *
Çavuş Mustafa Kemâl! isimli makâlemizde 09 Mart 2016 Çarşamba günü ile fâş eyledik! Kara Harp Okulu talebelerine “sınıf çavuşu” ve “sınıf başçavuşu” gibi rütbeler veriliyor idi. 1889 senesinde Pangaltı’daki Harbiye Mektebine kayıt olduğu gün Mustafa Kemâl efendi de sınıfının “çavuşu” oldu.
Aynı durum Bahriye Mektebi (Deniz Harp Okulu)’nde de mevcut idi. 1897 senesinde yapılan bir düzenleme ile günlük faaliyetin müfredâta uygun olarak tatbik edilmesine yardımcı olması için her sınıfın kâbiliyetli talebeleri arasından birer “sınıf onbaşısı” ve “sınıf çavuşu” tefrik edilir idi. Beyaz subaylarımızın tertiplediği Deniz Harp Okulunun “resmî ve fakat düzmece” târihcelerinde bunlardan tek kelime bahsetmezler.
Yukarıda gördüğünüz bilginin kaynağı da Şakir BATMAZ’ın 2002 senesinde hazırladığı şu doktora tezidir.
* * * * *
Donanmamızın başına tüneyen soyu bozuk beyaz zâbitânımız;
Zamâna yayarak sinsice çıkardıkları elvân çeşit kânun ile
Donanma ordumuzu “sistemli” bir şekilde, birbirini anlamayan, sevmeyen ve güvenmeyen sınıflara böldüler.
Vatan hâini ve garbperest beyâz zâbitân heyetimizin sokduğu bu fitne ve irticâdan sonra
Osmanlı Donanması denizlerde bir daha gâlibiyet yüzü görmedi...
Donanmamızın şanlı târihindeki o ihtişâmlı günlerine tekrâr dönmesinin biricik şart vardır; Yekpâre ve sınıfsız orduyu esâs alan 1701 Donanma Kânunnâmesini ihyâ etmek! |
Donanma Gediklisine dâir olarak bu bilgiyi ben,
Kendisi de bir donanma zâbiti olan Safvet’in 1913 senesinde neşretiği “1205’de Donanmamız” isimli makâlesinden iktibâs eden kitaplardan aldım.
Donanma târihimiz hakkında çok kıymetli bilgiler ihtivâ eden ve eski türkce yazılmış 8 sayfalık bu makâleyi,
Bugüne kadar 105 sene geçmesine rağmen Deniz Kuvvetleri Komutanlığımız bugüne kadar hâlâ Türkceye tercüme etmedi.
* * * * *
Donanmamızın zâbit hâricindeki asker sınıflarını doğru ve tam olarak anlayabilmek için
Konuya girmeden evvel üç hususda doğru bilgileri fâş eyleyelim. Bu konularımızın başlıkları şunlar;
1. “Gedikli” sınıfının teşkil edilmesi ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri.
2. “Gedikli zâbit” sınıfının teşkil edilmesi ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri.
3. “Küçük zâbit” sınıfının teşkil edilmesi ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri.
* * * * *
1. “Gedikli” sınıfının teşkil edilmesi ve Donanmamız askerî silsilesindeki yeri;
1792 kânunnâmesini hâriç tutar isek şâyet donanmamızda “gedikli” isimli asker sınıfı, ilk kez 1890 senesinde ihdâs edildi. 1792 kânunnâmesi ile teşkil edilen “dört sınıflı” teşkilâtın yerini, 1850’lerde “iki sınıflı” bir teşkilâta bırakdığını görüyoruz. Bunun sebebi de Osmanlı Bahrî ve Berrî ordularında kur’a esâsına dayalı “mükellef” askerliğin başlamasıdır.
Osmanlı donanmasında 1792 kânunnâmesi ile teşkil edilen “dört sınıflı” teşkilâtın yerini, "mükellef" askerliğin ihdâs edilmesi ile birlikde 1846 senesinde “iki sınıflı” bir teşkilâta bırakdığını görüyoruz. İşde, bu sebepden dolayı 1890 senesine kadar Bahrî ordumuzda aşağıda gördüğünüz şu iki sınıf bahriye askeri mevcut idi;
1. Mükellef Er
2. Muvazzaf (Alaylı/Mektebli) Zâbit
Bu iki sınıf askerin bugünkü sınıflarını, biliyoruz; “Zâbit ve Er." 1890 senesinde meriyyete konulan nizamnâme ile,
Donanmamızda “zâbit ve efrâd arasında” olmak üzere “gedikli” ismi ile “orta kademe” yeni ve "üçüncü" bir asker sınıfı ihdâs edildi.
1890 Nizamnâmesinin irâde buyurulması ile birlikde, bu seneye kadar donanmanın (dâimî, muvazzaf) askerlerini târif eden “gedikli” kelimesi yeni bir anlam kazandı. Beyaz zâbitân heyeti, “gedikli” kavramından “zâbit” rütbelerini ayırdı. Ve böylece zâbitân heyetimiz, “gedikli” olarak anılmakdan kurtuldu! “Gedikli” unvânını; tıpkı zâbit gibi muvazzaf olarak çalışan, zâbitin yapdığı her işi yapan hattâ yapmadığı işleri de yapan ve “çavuş, başçavuş” gibi rütbeleri de kapsayan bu yeni sınıf donanma askerlerinin sırtına yükledi. 1890 senesinde bu “gedikli” sınıfı, bugünkü anlamı ile “asubay” dediğimiz asker sınıfının ta kendisidir. Bu sınıfın akibetini, makâlemizin aşağıdaki bölümlerinde anlatacağız.
* * * * *
1890 Nizamnâmesinde çok sayıda “gedikli” kelimesi var. Ve fakat “gedikli zâbit” tâbiri hiç yok! Bu nizamnâmeyi hazırlayan donanma zâbitân heyeti nuh demiş, peygamber dememiş. Ve “gedikli” kelimesi ile “zâbit” kelimesini bir kez bile olsun yanyana kullanmamışlar! Gerek 1701, gerekse 1792 Donanma nizamnâmelerinde Osmanlı Donanma gemilerininin “dâimî/muvazzaf” tayfasını târif etmek için “zâbit” kelimesi ile aynı anlamda kullanılan “gedikli” tâbirinin, 1890 nizamnâmesi ile sinsice bir “ameliyata” tâbi tutulduğunu ve “zâbit” tanımından dışlandığını görüyoruz.
1890 Gedikli Nizamnâmesinin bir özelliği daha var; “zâbit” anlamına gelen “gedikli” tâbiri ile “zâbit” tâbiri arasındaki anlam bağını kopartdılar! Osmanlı Donanmasında kullanılmaya başlandığı senelerden beri gemilerin devâmlı çalışan tayfasını târif etmek için hem “gedikli” hem de “zâbit” sözcükleri kullanılır idi.
Fakat 1890 Gedikli Nizamnâmesi ile;
1890 Gedikli Nizamnâmesi ile böylece;
Donanmamıza özgü tâbirât olan “gedikli” ve “zâbit” kelimeleri üzerinde yapılan “ameliyatı” şöyle özetlemek mümkün.
1701 senesinden beri donanmamızda anlamdâş olarak yek diğerinin yerine ya da birlikde kullanılan bu iki tâbiri donanma zâbitânımız, tam 190 sene sonra birbirinden ayırmış;
Ve dahi
Lâkin,
Hakikâtin er ya da geç, kendini teşhir etmek tıyneti vardır, değil mi?
Şahsen ben, hakikâtin kendisi olmasam da
O hakikâtin "sesi" olarak fâş eylemeye mecburum!
İşde,
Zamân, şimdi teşhir zamânıdır!
Kânunnâmemize girdiği 1701 senesinden beri Donanmamızda tam 190 sene birlikde yaşayan “gedikli zâbit” zencirini Vatan hâini ve bölücü beyaz zâbitân heyetimiz, 1890 senesinde kırdılar. |
Kırdıkları “Gedikli Zâbit” zencirinden de ortaya aslında; “tek gövdeli ve fakat iki başlı” şöyle iki sınıf asker çıkartdılar! |
Donanmamızın beyaz zâbitân heyeti, derenin guşunu, o derenin daşı ile vurmuşlar! Helâl olsun vallahi!..
1890 Gedikli sınıfı nizamnâmesi ile donanmamıza kazandırılan(!) bir tâbir daha var; “sergedikli” ya da “başgedikli.” Gediklilerden fevkalâde hizmet edenlerin “sergedikli/başgedikli” rütbesine terfi ettirileceği, bu sayının da 10’u geçemeyeceği yazıyor. Bir başka ifâde ile “sergedikli/başgedikli” rütbesi, donanma “gedikli” sınıfına dâhil olan muvazzaf askerlerin en yüksek rütbesi idi.
* * * * *
2. “Gedikli Zâbit” sınıfının teşkil edilmesi ve Donanmamız askerî silsilesindeki yeri;
Donanmamız “gedikli zâbit” sınıfı hakkında 1913 ve 1914 senelerinde olmak üzere iki kânun tertip edildi.
a. 1913 senesinde teşkil edilen Gedikli Zâbitlik;
Deniz Kuvvetlerimizde bugün “astsubay” unvânı ile bildiğimiz asker sınıfının, “resmî ve düzmece” târihcelerde 1890 senesinde teşkil edildiği söylenir. Bize de böyle yutdurmaya çalışırlar. Fakat asubaylığa nüve teşkil ilk mektebin târihini biraz daha gerilere götürmek mümkün. Deniz Kuvvetlerimizin “târih uğrusu” beyaz subayları bu hakikâti çok iyi bildikleri hâlde deniz asubaylığının târihini 1890 senesinden başlatırlar. Konuyu uzatmamak için ve “şimdilik” şerhi ile bu meseleyi bir kenara bırakalım. Ve Deniz Kuvvetlerimizin “resmî ve fakat uydurması” 1890 senesi ile yolumuza devâm edelim.
1890 senesinde teşkil edilen ilk “gedikli” sınıfının 1900’lü senelerde iflâs etmesinden sonra 1913 senesinde meriyyete konulan muvakkat (geçici) bir kânun ile “gedikli” sınıfı ikinci kez teşkil edildi.
1913 nizamnâmesi ile teşkil edilen “gedikli” sınıfı, “zâbit” sınıfına dâhil idi. Coni ordusunda “warrant officer” denilen asker sınıfının ta kendisi idi.
Bir senelik tecrübeden sonra, 1915 senesinde tatbikata konuldu. 1429 sayılı sayılı kânun ile de bu “gedikli zâbit” sınıfı 1929 senesinde lağv edildi.
Sebebi mi? Gâyet basit!
Beyaz zâbitân heyetimiz, gedikli zâbitânı kendileri için çetin bir rakip gördü de ondan...
İşde, belgesi...
İslâmiyeti kabul etdikden sonra bir gün Hz. Ömer (ra) şöyle der; ''Cahiliye döneminde yaptığım iki şey vardır ki hatırladığımda birisi beni güldürür, diğeri ise ağlatır!
|
|
Bilge bir subay olan ve deniz târihimiz hakkında kıymetli kitaplar yazan emekli Tümamiral Afif BÜYÜKTUĞRUL;
Ve dahi
|
Bugüne kadar yazdığı târihce kitaplarında kimi târihci asubay meslekdaşlarımızın bizlere;
“Astsubay”, “Küçük zâbit” Ya da “Gedikli küçük zâbit”
Diye yutdurmaya tevessül etdiği soldaki resimde gördüğünüz "ispaletli" ve "kılıçlı" bahriye askeri aslında, Sayın BÜYÜKTUĞRUL’un 1967 senesinde yazdığı kitabın yukarıda gördüğünüz 52’nci sayfasında bahsetdiği "Zâbit" sınıfına dâhil olan Ve dahi 1492 sayılı kânun mucibince 1929 senesinde tasfiye edilen “bahriye gedikli zâbitliğinin” son temsilcisidir. |
Bahriye gedikli zâbitlik konusunda bizim beyaz zâbitân heyetimizin yapdığı bu alicengiz oyununa bakınca,
Benim de aklıma şimdi, Hz. Ömer (ra)'in yukarıda okuduğunuz şu hazin kıssası geliverdi...
İngiliz Bahriyesi’nden aşırdıkları “Gedikli Zâbitliği” bizim beyaz zâbitân heyetimiz, İyi taraflarını guşa çevirdikden sonra kendi bahriyemizde teşkil etdiler.
Fakat kendi elleri ile yapdıkları bu asker sınıfını beyaz zâbitânımız; Sırf kendilerine rakip olarak gördükleri için gene kendi elleri ile yediler.
Sadr-ı âzam daşşağından düşme bizim bahriye zâbitânımız;
Ve dahi
İşde bu sebepdendir ki bahriye zâbitân heyetimiz; Dikensiz gül bahçesine çevirdikleri Deniz Kuvvetlerimizde 1929 senesinden beri tam anlamı ile tatlı bir saltanât sürüyorlar...
|
b. 1914 senesinde teşkil edilen "Küçük Zâbitlik" ve "Gedikli Zâbitlik";
1914 senesinde meriyyete konulan muvakkat (geçici) bir kânun ile Osmanlı Donanmasında;
“Küçük zâbit” ve “gedikli zâbit” sınıfının her ikisi de ikinci kez teşkil edildi.
Bir senelik tatbikatdan sonra 1915 senesinde meriyyete konulan yeni bir kânun ile 1914 nizamnâmesi tasdikan kabul edildi ve meriyül icraya konuldu.
Böylece hem “küçük zâbit" sınıfı hem de “gedikli zâbit” sınıfı, “muvazzaf” birer asker sınıfı hâline getirildi. “Gedikli zâbit” sınıfı, aynı nizamnâme ile teşkil edilen “küçük zâbit” ve “mühendis” (teğmen)’in mafevki ve fakat “zâbit” sınıfının ise mâdûnu idi. Bir başka ifâde ile 1914 senesinde teşkil edilip 1915 senesinde “muvazzaf” (dâimî) hâle getirilen “gedikli zâbit”, “zâbit” ile “küçük zâbit” arasında yer alıyor idi. Ve İngiliz Bahriyesindeki “warrant officer” denilen asker sınıfının aynısı idi. Çünkü Bahriyemiz, İngiliz Bahriyesinin kendi Deniz Harp Okulunda 1905 senesinde tatbik etmeye başladığı eğitim/öğretim müfredâtını 1909 senesinde aynen tatbik etmeye başladı. Ve hattâ Bahriye Mekteblerimize İngiliz hocalar ve müdürler tayin etdi. Deniz Asubaylığının 125’inci kuruluş sene-i devriyyesi vesilesi ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığının 2015 senesinde neşretdiği aşağıda gördünüz târihce’de bile bu önemli meseleyi doğru anlatamamışlar. “Gedikli zâbit”liğin, “küçük zâbit” (astsubay) olduğunu yazmış gerzekler.
1914 nizamnâmesi ile muvakkat (geçici) olarak teşkil edilip 1915 nizamnâmesi ile “muvazzaf” yapılan ve “zâbit” sınıfına dâhil olan “gedikli zâbit” sınıfı, donanmamızdaki mevcudiyetini 1929 senesine kadar devâm etdirdi.
Bu sene içinde kabul edilen yeni bir kânun ile;
Ve
1927 senesinde meriyyete konulan bu kânun ile donanmamızda bu kez de “gedikli küçük zâbit” ismi ile ve gene “zâbit ile efrâd” arasında “ortada sandık” vazife yapmak üzere bugünkü “asubaylığın” aynısı olan yeni ve uyduruk bir asker sınıfı teşkil edildi.
Bugünkü mevzuâtımıza göre “astsubay” olarak bildiğimiz asker sınıfı üzerinde oynanan ihânet oyunları bunlardan ibâret değil elbet. Kendilerinin hamallık olarak addetdiği ve yapmaya tenezzül etmediği işleri yapacak yeni asker sınıfları tertiplemekde zâbitân heyetimiz, hiç vakit kaybetmedi. 1927 senesinden sonra da başka isimler ile fakat gene aynı kokuşuk zâbit zihniyeti ile “ortada sandık” ve kendi görevlerini yapdıracak yeni ve uyduruk asker sınıfları peydahladılar.
Dedelerimizin Umûmî Harb dediği Birinci Cihân Harbi'ne iştirâk eden donanma “gedikli” ve “küçük zâbit”lerden düşmân eline düşenler, kendi zâbitânlardan ayrıldı ve esir kamplarında efrâd (er) muamelesi yapıldı. Er ile birlikde aynı koğuşlarda kaldılar. Er maaşı ve er tayını aldılar. Birinci Cihân Harbi esnâsında taraf olduğumuz 1906 Cenevre ve 1907 La Haye Sözleşmesine göre “zâbit” hâricindeki askerlerin hepsine “er” muamelesi yapılıyor idi. Donanma “gedikli”, “küçük zâbit” ve “gedikli zâbit”lerimizden düşmân eline esir düşen var mı, ne hazindir ki bilemiyoruz.
Fakat “muvazzaf” olup da düşmân kampında “mükellef er” muamelesi gören Berrî (Kara) küçük zâbitânımız, yaşadıkları acı hâtırâları yazdılar. Rusya’ya esir düşen askerlerimize de imkânları daha iyi olan binâlarda esir tutulan kendi subaylarımıza “hizmet erliği” yapdırıldığını yazan kitaplar da var. Yeri gelmiş iken bu konu ilgili bir hâtıradan kısaca bahsedelim. Muhabere küçük zâbit olan Hamit ERCAN, Başçavuş rütbesindeyken hasta olduğundan dolayı yürüyemez. 1916 senesinde İngilizlere esir düşer ve Mısır’daki Belbis esir kampına kapatılır. Gönüllü olarak çalışmak isdediğini söyler. İngilizler Hamit ERCAN’ı, tamir için zâbitânımızın hapsedildiği Seydibeşir esir kampına gönderir.
Küçük zâbit Hamit ERCAN, Seydibeşir zâbit kampında esir zâbitânımız için;
Ve dahi
Buraya kadar yudumladığımız sözün özü şudur;
Akıllı değil fakat kurnaz olan zâbitân heyetimiz, “semer vuracak eşşekleri” her devirde aradılar ve buldular.
* * * * *
Seccâde niyetine üsdüne secde edip de
Güzellerin gül kokulu göğsünde namaz kılan, sen, Hayyâm!
Farkında mısın?
Eşi, dosdu verdik birer birer toprağa;
Kiminden bir taş bile kalmadı ortada.
Sen, yorgun eşşek, hâlâ bu kalleş çöldesin:
Sırtında bunca yük, yürü bakalım hâlâ!..
* * * * *
Asubaylık târihi konusunda kalem oynatan meslekdaşlarımızın hepsi, donanmamızdaki bu “gedikli zâbit” sınıfını, “asubay” sınıfı olarak kabul etmek hatâsına düşüyorlar. Böyle yapmak ile de; akıllarını dinleyerek doğruyu arayıp doğruyu anlamak ve yazmak yerine o azıcık akıllarını da beyaz zâbitânımıza ödünç veriyor ve beyaz zâbitânımızın yazdığı ezberleme ve kuru sıkı târihin papağanı oluyorlar.
2. “Küçük Zâbit” sınıfının teşkili ve donanmamız askerî silsilesindeki yeri;
Donanma ordumuzda 1890 senesinde teşkil edilen “gedikli” sınıfı, nizamnâmesinde sarahâtle ifâde edildiği üzere, “zâbit” değil idi. Bu “gedikli” sınıfı, bugün “asubay” dediğimiz asker sınıfının ta kendisidir. 1890 senesinde ilk kez teşkil edien “gedikli” sınıfının 1900’lü senelerde iflâs etmesinden sonra 1914 senesinde çıkartılan muvakkat (geçici) bir kânun ile, efrâd ve zâbit sınıflarına ilâve olarak iki yeni sınıf asker teşkil edildi;
1. Küçük zâbit
2. Gedikli zâbit
Bu kânun ile tertip edilen “gedikli zâbit” sınıfını yukarıda bölümde izâh etdik. Gene aynı kânun ile teşkil edilen “küçük zâbit” sınıfı, “asubay” muâdili olarak donanmamızda ikinci kez ihdâs edildi. Bir senelik bir denemeden sonra 1915 senesinde muvazzaf (dâimî) hâle getirilen bu kânuna istinâden “küçük zâbit” sınıfı askerler, “gedikli zâbit” ile “efrâd” arasında görev yapacak idi. Bu “küçük zâbit” sınıfı da bugün “asubay” olarak bildiğimiz asker sınıfının ta kendisi idi.
* * * * *
Donanmamızda bir zamânlar canı bahâsına vatan hizmeti görmüş; zâbitân heyetimizin yapmaya tenezzül etmediği sağlığa zararlı ve çok tehlikeli ileri yapmış “gedikli”, “gedikli zâbit” ve “küçük zâbit” sınıfları hakkında bu kısa, doğru ve son derece önemli bilgleri fâş eyledikden sonra;
İmdi dönelim, bu üç sınıf bahriye askerinin ihdâs edilmesinin esbâb-ı mucibesine...
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler ile bu ara sınıfların niçin teşkil edildiği konusunda belli bir fikriniz teessüs etmişdir, herhâlde.
Bildiğiniz üzere buhar makinesini İngilizler keşfetdi. İcâd etdikleri buhar makinesini İngilizler, 1850’lerden itibâren kendi donanma gemilerinde kullanmaya başladı. Bu vakde kadar yelken ile hareket ettirilen ahşap gövdeli gemiler, deniz harblerinde nal toplar oldu. Buhar teknolojisindeki bu başdöndürücü gelişmelerden dolayı; dönemin büyük devletleri, yelkenli ve ahşap gövdeli gemilerini buharlı gemiler ile değişdirmek için müthiş bir yarışa girmeye mecbur kaldı. Buhar makinesini ilk icâd eden millet, İngilizler olmuş idi. Buhar makinesini harb gemisine ilk tatbik eden millet de gene İngilizler oldu.
Buhar demek o vakitlerde kömür demek! Kömür demek; cehennem ateşi demek, insanın ciğerini çürüten toz demek, zehirli duman demek! Dünyânın buharlı ilk harb gemisi olan HMS Agamemnon’u İngilizler, 1852 senesinde hizmete aldılar ve sâdece 10 sene kullandılar. Bu gemiyi işletmek için çoğu elektrikci, motorcu, çarkcı, kazancı ve ateşci olmak üzere 860 “zâbit ve er”, geminin kazan dâiresinde hep birlikde ter döküyorlar idi.
Donanmamızda, bugün hâlâ “muhabere” sınıfı subay yokdur.
Kara ve Hava Kuvvetlerimizde muhabere subaylarımızın yapdığı işin aynısını, Deniz Kuvvetlerimizde, telsizci asubaylarımız yaparlar.
Okuduğunuz şu kelimeleri sizlere üfüren Eski Tüfek Şükrü IRBIK da
Telsizciliği tam 30 sene icrâ eden bir donanma “gediklisi” idi.
İşde, İstanbul / Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu'ndan 1981 senesinde mezun olan Ve dahi 1979-1980 senesi II-C sınıfı arkadaşlarım ve ben Şükrü IRBIK...
İlk resimdeki isimsiz öğrenci, bir üst devreden bizim sınıfa gelen İzmitli arkadaşım Tunay AKIN'dır. |
|
İşde,
Deniz Astsubay Güverte Sınıf Okulundan 1982 senesinde mezun olan 92’nci dönem Deniz Astsubay Adayları...
Lâkin;
Cumhuriyetimizin ilk senelerinde; telsiz, mayın, motor, elektrik, torpido vs. meslekleri zâbitân heyetimiz icrâ ediyor idi.
Fakat bu işleri kendilerine yakışdıramayann sadr-ı âzâm daşşağından düşme beyaz zâbitân heyetimiz,
Bu meslekleri zamân içinde “gediklilerin” döşüne yüklediler!
|
İşde belgesi...
Yukarıda kapak resimini gördüğünüz Deniz Asubaylığı târihcesinin 54 ve 55’inci sayfalarında neşredilen makâlenin sahibi Abidin DAVER’dir. İstanbul Soğukçeşme (Kara) Askerî Rüşdiyesi mezunu olan DAVER, denizciliği seven ve "sivil amiral" olarak tanınan bir kişi idi. Bu sebepden dolayı bu makâlesinde dönemin donanma gedikli zâbitliği hakkında verdiği bilgiler bilen bir kişinin kaleminden dökülmüş gerçeklerdir.
Osmanlı saltanâtının Sadr-ı âzam daşşağından düşme bahriyeli beyaz zâbitân heyetimizin;
Kendileri gibi zâbit sınıfına dâhil olan gedikli zâbit dedikleri askerler hakkındaki gerçek düşünceleri
1918 senesinde işde, aynen aşağıda gördüğünüz gibi idi...
Kendi yapdıkları bütün işleri sübyan gediklilerin döşüne yükleyen bahriyeli beyaz zâbitânımız artık bundan sonra;
Sonracığıma;
Fakat
|
İstanbul / Beylerbeyi’ndeki Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’na kayıt yapdırdığım 1978 senesi Eylül ayında
Eski Tüfek ben Şükrü IRBIK da 15 yaşında, Bahriyeli sübyan bir talebe idim.
Ayaklarının altını öpdüğüm anam Şahinde IRBIK, yeğenim Ali Osman ŞAHİN ve ben Şükrü IRBIK.
Fakat bizim 1982 devremizde 13 yaşında olan arkadaşlarım da var idi.
* * * * *
Muzaffer bir donanmaya mâlik olmak için teknolojinin dayatdığı tekâmülü inkâr etmenin artık imkânı yok idi. Osmanlı Devleti de maddî imkânlarını iyice zorlamak bahâsına bu yarışa girdi Buhar makineli ilk harb gemilerimizi, İngiltere’den satın almaya başladı. Dünyâda denizcilik konusunda yaşanan bu hızlı dönüşüm ve acımasız rekâbet, buharlı gemilerdeki yeni makineleri çalışdırabilecek uzman bir iş gücüne sahip olmayı dayatdı. 19. yüzyıl ortalarına doğru Osmanlı Donanmasındaki bu teknoloji devrimini yapacak “uzman emek gücü” mevcut değil idi. Çünkü buhar makinası imâl etmeyen ülkenin bu makinaları işletecek uzmanı da olamaz idi! Hâlihazırda donanmamızdaki gemilerde ona buna emir vermekden başka bir işe yaramayan mektepli bahriye zâbitân heyetimiz; donanmamıza yeni alınan buharlı gemilerin kömür ile çalışan makine dâiresine inmek isdemedi. Yağlı, isli, tozlu, dumanlı, gayri sıhhî ve bu çok tehlikeli işlerde çalışmaya tenezzül etmedi. Bahriye zâbitân heyetimizin yapmak isdemediği bu ağır ve tehlikeli işleri yapacak, “uzman”, “ucuz” ve fakat “ara sınıf” emekci askerlere şiddetli bir ihtiyâç zuhûr etdi.
Batının icâd etdiği teknolojinin getirdiği yeni işleri yapmak isdemeyen bizim beyaz zâbitân heyetimiz,
Tezgahladığı yeni ve ara sınıfı askere olan ihtiyâcı, bakınız kendi sözleri ile nasıl da mâsum ve mâkul gösdermeye tevessül etdi.
Deniz Asubay Okulunun yukarıda gördüğünüz târihcesinde; “Subaylar ile erbaş ve erler arasında görev yapacak “astsubay” sınıfına ihtiyâç duyulmuş!” diyorlar.
Bu ihtiyâcı “duyan” şerefsizler kimler idi? Böyle bir ihtiyâc olduğuna kim, ne zamân, nerede karâr verdi? Buhar makinesini icâd eden İngiltere’de ve Amerikan ordusunda, 1890 senesinde sâdece iki sınıf asker var iken sen, üçüncü bir sınıf askere olan ihtiyâcı, nerenden uydurdun be şerefsiz?
Yukarıda gördüğünüz târihi yazan subaylarımız diyorlar ki; 1890 senesinde donanmamızda “erbaş” ve “astsubay” isminde asker sınıfları var imiş! Târih yazıyoruz diye üfürün bakalım dübürünüzden, üfürebildiğiniz kadar, nâmussuzlar!
Bu cümleyi yazan avanak subaylarımız;
1890 senesinde Türkce söz dağarımızda “erbaş” ve “astsubay” kelimelerinin mevcut olmadığının farkında bile değil!
Töre konuşunca han sükût eder! “Târih uğrusu ve târih câhili” bu subaylarımız bilmez ki “erbaş” dedikleri tâbiri ATATÜRK’ün kendisi türetdi. Hem de 1890 senesinden tam 45 sene sonra, 2771 sayılı kânun ile taa 1935 senesinde...
Ayrıca
Haşmetli Kraliçenin donanmasında bugün bile hâlâ iki sınıf asker var;
1. Er
2. Zâbit
Sen, Donanmandaki üçüncü asker sınıfı olarak “astsubaylığı” 1890 senesinde nerenden uydurdun, be şerefsiz?
Ananızın çakır gözlü çocukları sizlersiniz öyle mi?..
* * * * *
Tomi’lerin kıyâfetleri, işde bugün böyle!
Bizim her boku bilen bahriye zâbitânımız bir baksın hele!..
"Asubay" dedikleri "ortada sandık" bir asker sınıfı Tomi’lerde var mı imiş?
|
Yukarıda gördüğünüz resimlerde bir şeye daha dikkat buyurunuz; Bizim zottirik subayların “astsubay” dediği askere, bakınız, İngiliz Tomi’si ne diyor! |
* * * * *
14 Haziran 1935 Cuma günü Reisicumhur K. ATATÜRK;
Cümhuriyet Ordusunu sâdece iki sınıf askerden teşkil etdi;
1. Erât
2. Subay
|
Siz, ATATÜRK’ün askeri olduğunu söyleyen, bugünün zübük subayları;
Cümhuriyet Ordusuna;
Sınıf askerleri sokuşdurmak hakkını kimden aldınız?
|
* * * * *
İngiltere’nin buhar makinesini icâd etdiği senelerde bizim donanma neferimiz okuma-yazma dahi bilmiyor idi. İşde, sırf bu “uzman” “ucuz” ve “ara sınıf” emek gücünü temin etmek üzere Donanma-yu Hümâyûn, 1890 senesinde; “zâbit” ile “efrâd” arasında “ortada sandık” misâli görev yapacak “gedikli” isimli yeni bir asker sınıfı tertip etdi. Nizamnâmesini ise dört deveyi havutu ile bir lokmada yutması ile meşhur olan “yeyici” lakaplı Bozcaadalı Mürteşi Müşir Hasan Hüsnü Paşa hazırladı ve padişaha arz eyledi.
Bahriye Mektebi ismi ile eğitim veren Deniz Harp Okulunda bu senelerde eğitim süresi sâdece 3 sene iken,
Gedikli sınıfının eğitim süresi tam 5 sene idi.
Donanma Gedikli Sınıfı;
Talebe olarak gemide geçirilen beş senelik tâlim taallümden sonra gediklilerimiz;
Vay, anam babam, vay!.. Donanmamıza asker değil de sanki kendilerine köle alıyorlar be!
Ve böylece;
Gedikli mektebine evvela İstanbullu çocuklarımızı aldılar. Fakat İstanbulun gün görmüş cin göz çocukları, bu yemsiz zokayı yutmadı! Gemide eğitim veren mektebe talebe bulamayınca Donanma-yu Hümâyûnumuz, bu kez de taşradan fakir fukara çocuklarını devşirmeye başladı. Gedikli onbaşı oldukdan sonra içine düşdükleri tuzağı anladıklarında, babasının evinde yiyecek ekmeği bile olmayan köylü ve fakat cin göz çocuklarımız da Gedikli sınıfına rağbet etmediler.
1890 Nizâmnâmesine göre “Gedikli” sınıfının, “zâbit” sınıfına nakil ve tahvilleri kati’yyen câiz değil idi.
Beş senelik mükemmel bir tâlim taallümden sonra donanmamızda göreve başlayan
Ve dahi
Zâbitân heyetimizin yapmak isdemediği
Ve fakat
Bahriye erlerimizin de yapamadığı ağır, tehlikeli ve karmaşık işleri yapan Gedikliler aslında;
* * * * *
Bugün itibârı ile şöyle bir düşünsek! Ordularımızda bugün subaylarımızın yapdığı hangi işleri, asubaylar yapamazlar? Ya da Meseleye mefhumu muhâlifinden bakalım ve şöyle bir suâl soralım! Asubaylarımızın bugün yapdığı işlerden hangilerini subaylarımız yapamazlar? Bu suâllerin bugün cevâbı ne ise, yüz sene evvel de aynen öyle idi... |
* * * * *
1890 Nizamâmesinin son maddesi şöyle diyor idi; “Madde 29 — İleride icâbı hâle göre işbu nizamnâmenin “tevsi” veya “tâdili” zımnında lüzumu tahakkuk eden mevâddın derç ve ilâvesi câizdir.” Eldeki mevcut Nizamnâme, günün şartlarına göre değişiklik yapmaya cevâz verdiği hâlde bahriyeli zâbitân heyetimiz bu maddeyi, günün icâbına göre ne “tevsi” etdi ne de “tâdil”. Kendinden başkasına hayât hakkı tanımayan şerefsiz zâbitânımızın bu fesat tavrı yüzünden donanma gedikli sınıfı ölüme mahkûm edildi. Yirminci asırın başına geldiğimizde, donanmamızda mevcudu yedi yüz civârında olan gedikliler tamâmı, padişah irâdesi ile zâbit sınıfına nakledildi. Mektep gemilerine de yeni gedikli talebesi kayıt edilmedi.
Zâbit ile erat arasında “ortada sandık” misâli görev yapacak bu yeni sınıf askerler, bugünkü anlamda “asubaylığın” aynısıdır. 1890 senesinde tâlim taâllüme başlayan Donanma Gedikli mektebi; bir senesi limandaki gemide, dört senesi de denizde gezen gemideki işinin başında olmak üzere toplam beş senelik mükemmel bir eğitimden sonra ilk mezûnlarını, gedikli onbaşı rütbesi ile 1895 senesinde verdi.
Zâbit kadar eğitimli ve donanımlı olduğu hâlde; Zâbitin aldığı maaşın nısfını dahi alamadığından Ve dahi Zâbit olamadığından dolayı, Bahriye Gedikli sınıfına talep daha ilk senelerde birden dibe vurdu... |
O an mevcut olan 700 civârındaki Donanma Gediklisinin tamâmı, padişah irâdesi ile zâbitliğe nakledildi. Ve akabinde, Donanma sefinesinde talim taallüm veren “Gedikli mektebi” kepenk indirdi. 1900 senesinin başlarında da Donanmanın ilk “gedikli” sınıfı tamâmen iflâs etdi.
Ve böylece Donanmamızda “zâbit ile nefer arasında” ortada sandık” misâli görev yapmak üzere ilk kez teşkil edilen “gedikli” sınıfı, şimdilik böylece iflâs etdi.
01 Nisan 1890 Salı günü meriyyete giren nizamnâmesinin ilgâ edildiğine dâir hiçbir belge bulamadım. Daha da hazini, gedikli sınıfı Nizamnâmesinin akıbetini, bugün Deniz Kuvvetleri Komutanlığımız dahi bilmiyor!..
* * * * *
1890 senesinde ilk kez teşkil edilen “gedikli” sınıfından farklı olarak,
Muvakkat (geçici) bir kânun ile “gedikli zâbitân” sınıfı 1913 senesinde ilk kez teşkil edildi. Bu “gedikli zâbitân” sınıfı, zâbit sınıfına dâhil idi. Fakat, kendi sınıfına dâhil olan “gedikli zâbitânı” bu kez de mektepli bahriye zâbitânı kendisine çetin bir rakip olarak gördü. Bu maya da tutmadı! Ve 1915 senesinde kabul edilen bir kânun ile, zâbit sınıfına dâhil olan bu “gedikli zâbit” sınıfı da lağv edildi.
Gelişen teknolojinin dayatdığı âlet, makina ve silâhları kullanmaya, bahriye zâbitânımız hâlâ istekli değil idi. Zâbitânın yapmayı hamallık addetdiği ve fakat efrada da yapdıramadığı işleri yapacak “orta kademe” bir asker sınıfına olan şiddetli ihtiyâç azalmak şöyle dursun iyice artmış idi. İngiltere’den satın aldığımız buharlı gemileri işletecek bahriyeli askerimiz yok idi. Bembeyaz bahriye elbesesini çıkartıp, yağlı tulumu giymek isdemeyen bahriyeli kurnaz zâbitânımız, kendilerinin yapması gereken işi yapacak “ortada sandık” bir asker sınıfını ikinci kez peydahlamakda gecikmedi. Bu şiddetli ihtiyâcı tedârik etmek üzere bu kez de 1914 senesinde muvakkat bir kânun tertip etdiler. Bu muvakkat kânun ile o târihde mevcut olan zâbit ve efrâda ilâve olarak iki yeni muvazzaf asker sınıfı birden teşkil edildi;
1. Küçük zâbit,
2. Gedikli zâbit.
Bir senelik bir sınamadan sonra 1915 senesinde tasdikân (aynen) kabul edilip meriyyet-ül icrâya konulan bu kânun ile ihdâs edilen donanma “küçük zâbitliği”, bugün bildiğimiz “asubay” sınıfının ta kendisi idi. “gedikli zâbit” denilen asker sınıfı ise zâbitin mâdûnu, fakat küçük zâbitin mafevki idi. Zâbit hâricindeki bütün askerlerin içine tıkışdırıldığı bu yeni kânun ile Bahriyemizde bir anda 4 sınıf asker peydâ oldu...
Bahriye zâbitân heyetimizin beceriksizliği, işbilmezliği ve en çok da hâinliklerinden dolayı donanmamız, batılı donanmalar karşısında mağlubiyetler aldıkca bahriyemizi çağın gereklerine göre tanzim etmeye çalışdık. Donanmamızı ıslah ederken de gidip düşmânımız olan devletlerden yardım devşirdik, iyi mi! Küffar deyip cihâd ilan etdiğimiz bu devletlerin aklı ile sıçmaya gidip kendi donanmamızı tanzim etmeye çalışdık.
Türk donanmasının rûhuna uymayan bu iki sınıfdan birisi olan “gedikli zâbit” sınıfını, subaylarımız kendilerine çetin bir rakip gördüğü için kısa sürede lağv etdiler.
Fakat bahriyemizin beyaz zâbitân heyeti, kendi yapması gereken işleri sırtına yıkdığı “küçük zâbitliğe”, denize düşeninin yılana sarıldığı gibi sarıldı ve canı bahâsına idâme etdirdi. Menfaatperest zâbitânımızın bu tek taraflı tutumu yüzünden bugün yüzlerce sıkıntısı ile karşımızda duran onbinlerce “deniz asubayı” var.
Neticeten;
İstiklâl ve Çanakkale Harplerinde, birbirinden tamâmen farklı tam 4 sınıf bahriye askeri harb etdi;
1. Mükellef Efrâd (Er)
2. Muvazzaf Küçük Zâbit
3. Muvazzaf Gedikli Zâbit
4. Muvazzaf Zâbit
Kendilerinin yazdığı ya da kendi şakşakcılarına yazdırdığı kahramanlıklar ile süslü menkıbelerinde bahriye zâbitân heyetimiz; şan, şöhret ve şeref pâyelerini sâdece kendi hânelerine ganimet kayıt eder iken
Zâbit hâricinde kalan “muvazzaf küçük zâbit” ve “muvazzaf gedikli zâbiti” ise
Nefer (er) hânesine yazdılar ve bu donanma askerlerinin adından bile bahsetmediler.
Nereden mi biliyorum?
Çünkü sordum,
Bugüne kadar İstiklâl Madalyası tevdi edilen; a. Subay, b. Astsubay, c. Erbaş ve Er Sayısı ayrı ayrı olmak üzere nedir? 17.12.2013. 943 890 başvuru numarası ile mesajınız başarı ile iletilmiştir.Göstermiş olduğunuz ilgiye teşekkür ederiz. |
Ve dahi
Muttali oldum!
MÜS.YRD. : 32984417-1640- 980 -13/ASAL D.Loj.ve İd.Ş. 02 Aralık 2013
(Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.) İLGİ : 26 Kasım 2013 tarihli elektronik postalarınız incelenmiştir.
1. İlgi elektronik posta incelenmiştir. 2. 4982 sayılı bilgi edinme hakkı kanunu ve kanuna ilişkin yönetmelik esasları gereği tarafınızca istenilen bilgiler aşağıya çıkarılmıştır. Bu kapsamda; a. Subay (Askerî memurlar dâhil) 16.647, b. Astsubay/Erbaş ve er 120.869 olmak üzere toplam 137.516 kişi İstiklal Madalyası ile taltif edilmiştir. Rica ederim. İMZALIDIR Nihat ÇAĞAN Personel Albay ASAL D.Bşk.Yrd.
|
İşde,
Yukarıda görüyorsunuz!
* * * * *
1890 nizamnâmesinin “esbâb-ı mucibesi” yok!
Dönemin Bahriye Nâzırı Hasan Hüsnü Paşa güyâ kerem eyleyip bir emir buyurmuş!
Ve düşünüp tartışmadan donanmamızda “gedikli” isminde üçüncü bir asker sınıfını tertip etmişler.
“Yeyici, yutucu” Hasan Hüsnü Paşa’nın emir buyurup hazırlatdığı o nizamnâmenin son satırına bakıyoruz
Ve dahi
Orada şu şerhi görüyoruz;
Devletin padişahı dururken, Sadr-ı Ȃzamı dururken, Seraskeri dururken; Bahriye Nâzırı bir zâbitin emir buyurup yeni bir asker sınıfı tertiplediğini söyleyen “târih câhili” zâbitân gürûhumuz, Altı yüz seneden fazla yedi düvele nizâm veren Osmanlıyı, kabile devleti zannediyor zahir!..
Donanma Gedikli sınıfının teşkil edilmesi için Bahriye Nâzırı’nın emir verdiğini söyleyen târih soytarısı subaylarımız, Demek ki nizamnâmesini görmedikleri Donanma “gedikli” sınıfı hakkında târih yazmaya tevessül etmişler! Yazıklar olsun sizlere!.. Eski Tüfek de gemici tayfası idi, bilir bu işleri! Senin Bahriye Nâzırı dediğin Mürteşi Müşir Hasan Hüsnü Paşa, Sultan II. Abdülhamid’den izin almadan değil yeni bir asker sınıfı tertiplemek, Kumandanı olduğu sefinedeki helâya sıçmaya bile gidemez idi...
İşde isbatı; Osmanlı Devletinin İlk Anakânunu olan Kânun-i Esâsî, 24 Aralık 1876 târihinde meriyyete konuldu.
“Donanma Gedikli” sınıfının teşkil edildiği 1890 senesinde meriyyetde olan işbu Kânun-i Esâsi’nin Yedinci Maddesi şöyle der;
|
* * * * *
1915 Nizamnâmesi meclisde müzâkere edilmiş. Fakat maddeler üzerinde hiçbir tartışma yapılmamış. “Gedikli zâbit ve küçük zâbit” sınıfı donanmamızda niye teşkil edilmiş, belli değil! Maddeler okunmuş, mebuslar dinlemiş! Maddeler reye sunulmuş, mebuslar ellerini havaya kaldırmış! Hiçbir mebus, bir tek dahi olsa fikir beyân etmeden bu kânunu kabul etmişler!
* * * * *
“Resmî(!)” târihcesine bakdığımızda bahriyeli subaylarımız, Deniz Kuvvetlerimizi 1081 senesinde teşkil etdiğimizi söylüyolar. Kurulduğu ilk günlerde donanmamızın doğru dürüst bir nizâmı olmadığını ve gemilerimizi “usda-çırak” esâsına göre idâre etdiğimizi de gene aynı subaylarımız söylüyor. Donanmamıza dâir ilk kânunnâmemizi, 1701 senesinde yazmışız. Bu kânunnâmede, gemideki işlerin kısmen de olsa bir düzene göre yapıldığını ve fakat tayfa arasında hâlâ bir “sınıflaşma” olmadığını görüyoruz. 1792 Kânunnâmesi ile gemi tayfası dört sınıfa tefrik edilmiş. Bu Kânunnâmenin tatbik edilmesi ile donanmamız tayfası arasında ilk kez “sınıflaşma” başlamış.
Teşkil edildiği ve “sınıfsız” olarak hizmet verdiği 1081 senesinden, gemi tayfasını ilk kez “sınıflara” böldüğümüz 1792 senesine kadar geçen 711 sene içinde Osmanlı Donanmasının en parlak ve muhteşem dönemlerini yaşadığını görüyoruz.
Donanmamızı utanç denizinde boğan donanma mağlubiyetlerinin başlangıç döneminin ise
Donanma tayfası arasındaki bu “sınıflaşma” ile başladığını bugüne kadar görebilen bir subayımız var mı acap?
|
Deniz mağlubiyetlerimizden aklıma ilk gelenler...
Bütün bu deniz mağlubiyetlerini biz, bugün Deniz Harp Okulu isimi ile bildiğimiz mektebi açdıkdan sonra yaşadık!
Donanmamızda “mektebli ilk sınıflaşma” 1890 senesinde oldu! Deniz Asubay Okulunun târihcesine bakdığımızda, Bahriye Nâzırı denen “yeyici ve yutucu” bir zâbitin emir verdiğini ve “mektebli gedikli” sınıfının ilk kez olmak üzere teşkil edildiğini görüyoruz. Nizamnâmesinde, “gedikli” sınıfı adını verdikleri askerlerin görev tanımları var. Fakat bu sınıfın teşkil edilmesinin “esbâb-ı mucibesi” (gerekcesi) yok! Çok tuhaf bir durum! Esbâb-ı mucibesi (gerekcesi) olmayan kânun, gayri meşru demekdir!..
Deniz zaferlerimizden söz etmeye gelince; Övüngen, böbürgen, sömürgen, semirgen ve kemirgen bahriye zâbitân heyetimiz kahramanlığı kimselere bırakmazlar! Fakat bu deniz zaferlerini kazanan tayfanın eğitimlerinin ne olduğuna ise hep kör bakarlar. O muzaffer denizcilerimizin “okuma-yazma” dahi bilmediğini, Ve dahi Hemen hepsinin; “Alaylı”, “Gönüllü”, “Sokakdan toplama”
Ya da
“Köle” olduğunu ağızlarına dahi almazlar.
|
Deniz mağlubiyetlerimizden bahsederken de gene o aynı üfürükcü bahriye zâbitânımız; Donanmamızı o harblerde sevk ve idâre eden zâbitân heyetimizin “mektebli” olduğundan tek kelime söz etmezler! |
Beyaz zâbitân heyetimizin bizzat yazdığı
Veya
Devletin parası ile ısmarlama yazdırdığı sahte ve düzmece resmî târihimiz de
İşde, böyle zırvalar ile doludur.
* * * * *
Tam 10 sene devâm eden Birinci Cihân Hârbi, millet harbidir. Bu harbin gerçek kahramanı da Türk milletidir.
Ayrıca;
Deniz Harp Okuluna menşe teşkil eden “Hendesehâne” isimli mektebi açdığımız 1776 senesinden beri
Ve dahi
Kara Harp Okuluna menşe teşkil eden “Mekteb-i Ulûm-i Harbiyye”’yi hizmete açdığımız 1834 senesinden beri
Deniz ve Kara Ordularımız gâlibiyet yüzü görmedi...
* * * * *
15 Temmuz darbesinde bugün Coni’nin ayak izlerini arayanlar,
Gene ordumuzun içindeki subaylarımıza baksınlar!
Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan siz Coniperestiş Rüşdü’ler, zottirik Kenan’lar, etekli Doğan’lar, kıvrık Hüseyin'ler, molla İ. Hakkı’lar, kambur Yaşar’lar, köstebek Hilmi’ler, sucukcu Necdet’ler;
Kendi subayına taa 1952 senesinden beri Coni hurması yedirir ise şâyet
O hurmalar Harp Okullarımızda semirir, semirir, semirir,
2016 senesinin bir 15 Temmuz akşamı çıkar gelir
Ve dahi
Senin gıçını tırmalar!
* * * * *
Elde tesbih, dilde Allah, biteviye besmele çekiyorsun;
Ve fakat gene sen!
Kul hakkı yerken de besmele çekiyorsun ya! Yuf olsun senin soyuna!..
İçin temiz olmadıkdan sonra
Hacı, hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tesbih, post, seccâde gözel;
Lâkin, Allah kanar mı, bunlara?
* * * * *
Sen, adam olmadıkdan sonra
Sen, adam gibi denizci yetişdirmedikden sonra
Zâbit olmuş, erbaş olmuş
Alaylı olmuş, mektebli olmuş
Demeki ki hiçbirisinin kıymeti harbiyesi yok!
Deniz Kuvvetlerimizde “zâbit ile efrâd” arasına üçüncü bir asker sınıfı olarak paslı kama gibi sokulan “gedikli” ya da bugünkü ismi ile “astsubay” dediğimiz asker sınıfının teşkil edilmesinin gizli maksadı meğerki ne imiş? Donanmamız beyaz zâbitân heyetinin kendi saltanâtını devâm etdirmesi için; Harb sanatının kendilerine tahmil etdiği ağır ve çok tehlikeli görevleri “Zâbit” olmayan ve “ortada sandık” bir asker sınıfının "döşüne" yüklemek! |
(Devâm edecek)
* * * * *
Eski Tüfek’den Açıklama; 07 Temmuz 2023, Cuma
emekliassubaylar.org sitesinde 11 Ekim 2017 Çarşamba günü yayınladığım Asubay Tefrikası 6-2 ve 02 Şubat 2020 Pazar günü yayınladığım Asubay Tefrikası-8 isimli makâlelerimizi;
Ve
(Ankara 51. Asliye Cezâ Mahkemesi, Dosya Nu.:2022/120E.)
İlgili mahkeme; ifâdesini almak üzere mezkûr yeğâne vâris müştekiyi hâkim huzûruna dâvet etdi.
Fakat bu yeğâne vâris müşteki, duruşmaya gitmedi.
Akabinde aynı mahkeme, bu şahısın bu kez de mahkeme huzûruna zorla getirilmesine karâr verdi.
Mahkemenin bu karârı üzerine yeğâne vâris müştekinin avukatı;
03 Temmuz 2023 târihindeki duruşmada, hakkımdaki şikâyetinden ferâgat etdiğini mahkemeye bildirdi.
Bu karârı yeğâne vâris müştekinin kendisine hayırlı olsun…
Bu şikâyet, evvel Allah, bizim için de hayırlara vesile oldu…
Asubay Tefrikası 6-2 ve Asubay Tefrikası-8 isimli makâlelerimiz bu şikâyet vesilesi ile ibrâ edildi.
Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti adına bu karâr Türk kamuoyuna da hayırlı olsun.
Eski Tüfek
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Evvelki bölümleri ve kısımları okumak için resimleri tıklayınız
|
Platform Nedir?
Platform; Derneklerin kendi aralarında veya vakıf sendika ve benzeri sivil toplum kuruluşlarıyla ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere girişim, hareket, inisiyatif, ittifak v.b. Adlarla oluşturdukları, tüzel kişiliği olmayan geçici nitelikteki birlikteliklere verilen genel ad olarak isimlendirilir.
Değerli Kamuoyu;
Günümüz Türk Silahlı Kuvvetleri, kendi içinde 1950 yılından başlayarak, günümüze kadar artarak sürdürülen, ihtilaller ile muhtıralardan ve vesayetçi emir komuta anlayışından kaynaklanan prusya modeli bir yapılanmanın doğurduğu, bu yüzyıla yakışmayan, gayri insani ve çağdışı bir sosyal ve mesleki ayrışmayı savuna gelmiş, özellikle subay-assubay ayırımcılığını ve buna dair metazori baskı ve hukuksuz uygulamaların ayıp ve eksiğini gidermek yönünde bir akıl ve zihinsel yapılanmayı bu güne kadar, çağdaş avrupa ulusları ordularının komuta ve karargahları seviyesine bir türlü getirememiştir.
Bu acıyı tek başına 50 yıl boyunca en fazla yaşayan tek sınıf olan assubaylar bu utancı sonlandırmak, subayın refah payını ve hayatını assubaylara ve uzman erbaşlara da hak ettikleri adalette yayabilmek adına eşleri ve çocukları ile bir insanlık ve onur mücadelesi vermişlerdir.
Assubay toplumunun bu insanlık davasında, bir çok değerli meslektaşımız çok ağır bedeller ödemişlerdir. Bu gün bile hâlâ ödemektedirler. Üstelik bu bedel ödemeler özellikle son üç yıldır da kendi içimizde acımasızca ve büyük bir düşmanlık ile kinle hâlâ artarak sürmektedir.
Kimi dava insanlarımız Temad'dan, kimi ise Tas-Sen'den sürülmüş, hâttâ sendika üyesi denilerek 30 yıllık derneklerinden sorgusuz sualsiz savunmasız ihraç edilerek onurları ve kişilikleri aşağılanmıştır. Bu anlamda bu toplumun tüzel her iki kurumu da yönetimine seçilenlerin ve özellikle ben merkezli başkanlarının basiretsizlik ve dar kafalılıkları yüzünden ağır yara almış, haysiyet kaybına uğramıştır.
Gelinen noktada ne acıdır ki assubayların derneği ile sendikası tabanı ve tavanı ile ikiye bölünmüş, kanlı bıçaklı hasım ve düşman iki taraf haline gelmişlerdir. Başkanları dahi birbirlerine bir merhaba olsun demekten uzak, cenazelerine gitmeyecek kadar da nifak içinde bir duruş sergilemektedirler.
Bundan yararlanan hükümet ve Genelkurmay Başkanlığı;
Platform öncüleri Sn. Atilla Abaylı ve Sn. Adnan Fuat Özdemir olarak diliyoruz ve amaçlıyoruz ki;
Hep kazanan modern ve çağdaş insanla donanmış birlik ve bütünlük içinde bir TSK olsun.
Bu ordu Mustafa Kemal'in ordusudur. Ebediyen de öyle kalacaktır!
En içten saygı ve sevgilerimizle.
AHP
Asker Hakları Platformu
Atilla Abaylı / Adnan Fuat Özdemir
Not: web sayfamız hazırlanmaktadır...
Yukarıdaki resimde
Konuşma baloncuğunun içinde gördüğünüz o selâmlaşma sözü, gerçek değil!
Şimdilik sâdece bir şakadan ibâret!
Sizler kolayca okuyasınız diye
Şu anda açdığınız bu sayfaları makyajlayan
Sitemizin İdârecisi Semih KOÇ
Lâtife etmek gâyesiyle eklemiş oraya!..
Fakat
Önümüzdeki dönemlerde
Resimin size göre sol tarafındaki er kişinin
Teftiş etdiği askerleri “Merhabâ, Memur!” diye selâmladığını duyarsanız
Sakın şaşırmayın!
Niçin şaşırmayalım diyorsanız şâyet
Eski Tüfek bu sualinizden kendisine vazife çıkartır
Ve sebebini
Telgrafın tellerine havâle edip
Küçüklerine bol bol sevgi
Ve dahi
Öğür ve büyüklerine de hörmetlerini ilâve etdikden sonra
Size göndermeyi kendisine görev bilir.
Ordumuzun tepesine tünemiş iki Orgeneral karnından fısladı; üfürdü, geçdi.
Boyalı basın; yazdı, çizdi, çığırdı, geçdi.
Emekli askerlerimiz umursamadı; göz süzdü, burun kıvırdı, dudak bükdü geçdi.
TEMAD, TAS-SEN ve TESUD sâdece bakdı; anlamadı, susdu, geçdi...
Muvazzaf cenâh derseniz; tayin, terfi, telâş, teftiş, takdim, tâlim, tatbikât, tâciz, tekme, tokat... Olmuş ekserisi dilsiz uşak!..
Fakat
Eski Tüfek
Terbiyeli üç maymunu âzad etdi; gözündeki perdeyi kaldırdı, ağzındaki bağı çözdü, kulağındaki tıpayı çıkartdı...
Kalem, kağıt, mürekkep, mum, vakit
Ve dahi uykuya hasret gözlerine
Ucu gırmızı mumla mühürlü bir seferberlik fermânı yollayıp
Hepsini görev başına celp eyledi...
Kimi gomutanlarımızı
Merhabâ, Asker! nidâsından
Merhabâ, Memur! seslenişine götüren yılankavi kıvırmaların
Esbâb-ı mucibesine muttali olmak isteyen can dostlarımıza
Anlatalım!
Buyurun...
T.B.M.M.’nin kabul etdiği bir kânun var.
Biraz mürekkep yalamış herkes bilir.
Devlet memurlarının hizmet şartları, nitelikleri, özlük işleri ve saire hukûkî esaslarını tanzim eden
657 sayılı Devlet Memurları Kânun’u.
Aşağıda gördüğünüz işbu kânunun birinci maddesi
Tâ 1965 senesinden beri şöyle avâz ediyor;
“Subay ve Astsubaylar, memur değildir!”...
Siyâsi cenâhın askere bakış açısı yukarıda gördüğünüz minvâl üzere. Bunu böyle bilelim.
Peki
Asker cenâhında vaziyet nedir?
Bugün itibârıyla
Türk Ordusunda görev yapan takribî 650.000 asker hangi kânunlara tâbi?
Görevlerini hangi kânunlara göre ifâ ediyor dersiniz?
Buyurun, birlikde sayalım;
Asker dediğimiz şahısların tâbi oldukları kânunlar yukarıda gördükleriniz ile mahdûd değil elbetde. Daha onlarcası var.
Biz, konumuz ile alâkalı olan sâdece temel kânunları yazdık buraya.
* * *
Yarım asır önce meriyyete konulan
Ve bugün dahi hâlâ meriyyetde olan işbu kânunlardan gözlerimizi
Bugünlere çevirelim.
Taraf gazetesindeki “derin düşünce” isimli köşesinde
2008 senesinin
Ortagüz ayının dokuzuncu gününde neşretdiği makâlesinde
Rasim Ozan isimli tufeylî
Kendince bir takım cılk bahâneler yumurtaladıkdan sonra
“... Askere gitmeyeceğim! Bu devlete itaat etmeyeceğim!” dedi. (¹)
Tarih, 2010 senesinin dördüncü ayı.
Adı mühim değil,
Günlerden, herhangi bir gün.
Başı gıçı ne tarafa oynadığı belli olmayan Rasim Ozan sıfatlı
Ve
Gazeteci kisveli bu mamacı
İktidar fırkasının çanağından yağlı bir kemik daha aparmak umuduyla
Yal yediği gazeteye çıkıp
Hasbiden ürdü.
Gıçından salyalar saçarak konuşan asker kaçağı bu mamacı gazeteci
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral İlker BAŞBUĞ’a
“Sen, devlet memurusun!” dedi. (²)
Fakat
Bu tuzak iftiranın tehlikesini hemen fark eden Orgeneral BAŞBUĞ
Memur sıfatını şiddetle reddetdi...
Sebebini açıkladık!
Asker, niye memur olamaz?
Ya da
Daha doğru bir ifâde ile
Memur, niçin asker olamaz diye!..
Devlet memurluğunu hakir gördüğümüz zehâbına kapılan muhteremler varsa şâyet
Önce
Hemen şu iki satır yukarıdaki cümlemize ilişdirdiğimiz makâlemizi okusunlar
Sonra
Fikirlerini serdetsinler...
Makâlemizin ilk sayfalarında gördüğünüz 657 sayılı Devlet Memurları Kânun’unun
Birinci maddesini delil gösteren Sayın BAŞBUĞ
“Ben, memur değilim! Ben, Türk Milletinin emrinde bir askerim!” dedi.
Sonra da
Memur sıfatını kendisi için “tahkir ve tezyif” telâkki edip
Bu çanak yalayıcı mahlûk hakkında peş peşe tam on dört dava birden açdı.
Diplomat nâmıyla maruf Genelkurmay Başkanımız Orgeneral BAŞBUĞ’un bu şerefli duruşu
Ve dahi
Askerce davranışı ortada dururken
Sınıf arkadaşı
Ve
Silah arkadaşlarını haksız yere hapse atan vatan haini siyâsetci güruhuna tavır koymak için
Makâm ve ikbâl uğruna “memur” olmayı şiddetle reddedip
Genelkurmay Başkanlığı makâmından feragât eden
Orgeneral Erdal CEYLANOĞLU’nun vücudunun üsdüne basarak
Zilli zembille gökden yere indirilen
Ve dahi
Aynı goltuğa gıçını goyan Sucukcu Necdet Bey
Görevinde daha iki seneyi bile ikmâl etmeden
Zihniyet dumuruna düçâr olup
Sayın BAŞBUĞ’un tükürdüğünü yaladı...
Harbiyeye girdiği günden beri
Tam 49 senedir zihin tahtasında yazılı duran “asker” sıfatını
İki elinin on parmağıyla birden siliveren Necdet Bey
“Hayır! Ben, asker değilim!
Ben, devlet memuruyum!” diye fâş eyleyiverdi...
Zihin tahtası orası
Yaz, boz, sil!..
Sil, boz, gene yaz...
Keçe silgi, ak tebeşir, kara tahta yokdur orada nasılsa...
Öyle mi?..
* * *
Deli olduğuna inandırmak için
Sıradan bir adama dahi en az kırk kere deli demek icap eder.
Fakat
Belden kırma fırıldak Rasim’in sâdece bir kerecik “Devlet memurusunuz!” demesiyle
Kendinden pilli Başkanımız Necdet Bey
Şûh bir rakkâse gibi kıvırdı
Ve kendisinin “Devlet memuru” olduğuna inanıverdi...
Peki
Senin emrindeki bir asker,
Senin bu sözünü ciddiye alsa
Ve
Silâhını elinden,
Palaskasını, kütüklüğünü belinden,
Nöbetci kolluğunu kolundan çıkartıp sana verse
Ve dahi
“Mâdem ki sen memursun! Öyleyse ben de memurum! Mesaim bitdi, al şunları, ben eve gidiyorum!” dese?..
Der mi?
Der!..
Verecek cevâbınız var mı muhteremler?
İmam osdurursa
Cemaat ...
* * *
Başkomutan ATATÜRK,
Harb meydanlarında sırtını yasladığı silah arkadaşlarını yanına alıp
Göğsünü gere gere askerlerini selâmlarken
O yeşil gözleri
İftihar, kıvanç ve şefkâtle çakmak çakmak parıldar
Ve
Gözümüzün bebeği Mehmetciklerimize
“Merhabâ, Asker!” der idi.
Çok değil, şunun şurasında,
Başkomutan’ın bu sözleri tarihe yazmasının üzerinden bir asır geçdi, geçmedi...
Askerin
Devlet memuru olmadığı en az yedibin seneden beridir pişmiş çebiş kellesi gibi orta yerde sırıtıp dururken
T.C. Ordusunun tepesinde oturan bu eyyâmcı Bey, Efendi ve Aga tayfası
Yirmibirinci asırın ikinci on senesinde hemencecik irşâd oldular
Ve
Aynı makâmdan şakıyan besleme bağ bülbülleri misâli
“Bizler; asker değiliz, memuruz!” dediler.
Ağızlarından yumurtaladıkları bu cılk kelâm ile
Yedi bin senelik asker,
Yumurtadan cücük çıkartır gibi
Bir günde
Oluverdi Devlet memuru...
Omuzunda dört yıldızlı apolet ile ortalıkda dolaşan bu Bey, Efendi, Aga takımı
En az üç bin senelik şanlı bir tarihin sancağını dalgalandıran Türk Ordusunun komutanı olduklarını unutup
Son birkaç seneden beridir dünya kamuyou önünde
“Ekmek, musaf çarpsın ki bizler asker değiliz, memuruz!” diye gıçlarını yırtıyorlar...
Pekiyi
ATATÜRK,
Tâ 1926 senesinde
T.C. Devletinin Cumhurbaşkanı sıfatıyla
Kendini memur zanneden siz Orgenerallere
Şöyle emretdi;
“Ben, ordu ile küçük rütbelerden beri içten temâsı olan bir askerim!”
ATATÜRK’ün bu emrinden
Haberiniz var mı sayın Beyler, Efendiler, Agalar?..
Şanlı Türk Ordusu’nun tepesini işğal eden siz Orgenerallerin bugün yapdığı bu kıvırganlığı görse idi şâyet
Başkomutan ATATÜRK
Hepinizin yüzüne tükürmez miydi?
* * *
Genelkurmay Başkanı, İkinci Başkan ve Kuvvet Komutanı ağız birliği ederek diyorlar ki “Bizler, Devlet memuruyuz!”.
Peki
Mevzuatımız ne diyor devlet memurları hakkında?
İşde Kânun;
Asker kıyâfeti giyerek “Devlet memuruyum!” diye basının karşısına çıkan siz eyyâm agaları
Yellenerek abdest bozar gibi suskunluğunuzu bozuyorsunuz
Ve dahi
Çok konuşulacak açıklamalar yapıyorsunuz da...
Söyleyin bakalım;
Mâdem ki devlet memurusunuz, konuşmak için Millî Savunma Bakanı’ndan izin aldınız mı?
İsmet Bey’den izin almadıysanız şâyet
Siz devlet memurları
Yukarıdaki Kânun maddesini ihlâl etdiniz... Suç işlediniz!
Devlet memuru olduğunu söyleyen Necdet Bey, Yaşar Efendi, ve dahi Hulusi Aga
Devlet Memurları Kânun’u madde 15 hilâfına davrandılar.
Vicdanlı bir Cumhuriyet Savcısı varsa bu memleketde şâyet
Buradan suç ihbâr ediyorum. Hemen idârî soruşdurma başlatsınlar.
Gelelim meselenin ikinci vechesine
Herhâlde biliyorsunuzdur
Genelkurmay Başkanı, hiçbir Bakana bağlı değil. Doğrudan Başbakana bağlı.
İşde Kânun. Hem de Kânunların Ana’sı.
Şimdi de Anayasa’ya sırtınızı dayayıp
“Genelkurmay Başkanı, Başbakana bağlıdır. Bak, işde Anakânun!
Basına demeç vermek için Bakan’dan izin almak zorunda değildir” diyorsanız şâyet
Hangi sebeple “Bizler, asker değiliz: Hepimiz devlet memuruyuz!” diye yırtınıyorsunuz agalar?..
* * *
Daha ötesi yok!
Mareşâl olacak çapda değil üçü de...
Bir subay için
Orgenerallik en yüksek rütbe,
Kuvvet Komutanlığı, İkinci Başkanlık, Genelkurmay Başkanlığı en yüksek makâm...
Kurt, kocayınca köpeğin maskarası olur! der ebemdedem.
Bizim memur kılıklı Orgenerallerimiz Necdet Bey, Yaşar Efendi ve dahi Hulusi Aga,
Ağızlarından yumurtaladıkları densiz, seviyesiz, ucuz ve hoyrat sözleriyle
Mesleklerinin şâhikasında milletin maskarası oldular!..
Asubay hak arama mücâdelesine tâze bir nefes vermek üzere
Çıkdığımız dönülmez yolculukda
Yazdığımız ilk makâlemizin ismi “Adam Arıyorum, Adam!” idi.
emekliassubaylar.org mecrâsında 10 Temmuz 2012 senesinde neşretmişiz.
Ve dahi
Şu nidâ ile son noktayı koymuşuz makâlemize; “Elimde kandil, gözümde umut; gün ışığında adam arıyorum, adam!”
Yukarıdaki sözünde Emekli Korgeneral Engin ALAN da bizim dediğimizi haykırıyor. Adam mısınız? diye soruyor!
Demek ki o makâmlarda henüz adam yok!
Yazık!..
Şanlı Türk Ordusu adına hicâb edilecek, hakikâten çok elem verici bir vaziyet...
Subay yetişdirmek için seçdiğimiz çocuklarımızın sâdece akıllı olması yeterli değil demek ki!..
Aynı zamanda
Haysiyetli, izzet-i nefsi yüksek, faziletli, vefâ duygusu gelişmiş, mâneviyyâtı sağlam olması gerekiyormuş meğerse...
Askerlik tarihimizin hiçbir döneminde Genelkurmay Başkanı
Kendi sınıf arkadaşları, subayları, asubayları, komutanları tarafından bu kadar tenkit edilmedi...
Sözünün Er’i olması beklenen Orgeneral Necdet ÖZEL’i
Tarih,
Kendi sözünün maskarası olan
Ve dahi
Devlet memuru Necdet Bey olarak tahattur edecek ebediyyen...
* * *
Genelkurmay Başkanlığı makâmındaki minderi kendinden yaylı goltuğunda oturan Necdet Bey
T.B.M.M.’nin emrine karşı geliyor
Ve dahi diyor ki
“Ben; asker değilim, devlet memuruyum!”
Devletin kânunları
“Askerler, özel kânunları hükümlerine tabidir” deyip dururken
Bu Bey, Efendi ve Aga takımının
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kânunlarına ayak direyip
“Hayır! Biz; asker değiliz, devlet memuruyuz! (²)" demekde ısrar etmesini askerlik, haysiyet, gomutanlık, akıl
Ve dahi
Devlet adamlığı ile izah etmenin imkânı yok.
Ömrü boyunca silah arkadaşım dediği askerlere
Kafasına çölmekden saksı düşmüş adam gibi
Durduk yerde memur demek sağlıklı bir ruh hâline işâret etmiyor.
Yalan, dolan, hile, hurda. Farketmez!
İçtimaiyyât kâidesidir.
İnsanlar, ilk duyduğuna inanır. İnandığından da vazgeçirmek kolay değildir.
En az yedi bin seneden beri yüzlerce devlet teşekkül edip askerlik tarihine altın mühürünü vuran
Ve dahi
Dünyanın en büyük, en kuvvetli, en tertipli ve en muzaffer ordularını bağrında büyüten Yüce Türk Milleti
Askerin, Devlet memuru olduğunu da ilk defâ Necdet Bey - Hulusi Aga tayfasından işitdi 2013 senesinde...
Orgeneral rütbesinde iki densizin ağzından dökülen “Asker; Devlet memurudur!” zırvasını
Bakalım akıllı kaç Orgeneral dimağlardan silebilecek.
* * *
Şimdi,
Askerin, asker olduğunu
Devletin bunca kânunu bas bas bağırırken
Nasıl oluyor da Bey, Efendi, Aga taifesi çıkıp ortaya
“Valla billa biz hepimiz Devlet memuruyuz!” diye cıvık cıvık üfürüyorlar?
Bilmemeleri kâbil değil. Öyleyse dertleri nedir Orgeneral rütbesindeki bu subayların?
Acaba bunlardan bâzıları “çiğ yediler” de karnı mı ağrıyor?
Ateş olmayan yerde duman tütmez!
Bakınız, Nisan 2014 tarihinde zamânın Başbakanı R. Tayyip ERDOĞAN ne dedi?
“Genelkurmay Başkanı’nın kaseti var!”
Bildiğim kadarıyla Necdet Bey bu haberi tekzip etmedi. Ya da ben işitmedim.
Tekzip etdiyse şâyet göndersin bize. Sayın Ersen GÜRPINAR hayır demez herhâlde! Bu sayfaya ekleyelim.
Sayın ERDOĞAN’ın bu iddiasının doğru olup olmadığını en iyi Necdet Bey bilir.
Fakat bu iddia hakkında dâva açmadığına göre
Ya da
Hiç olmazsa en azından tekzip etmediğine göre
Acaba Necdet Bey zamânın bir yerlerinde “çiğ” mi yedi?
Necdet Beyin kaseti gerçekden var mı?
Bu kasetle yapılan şantajın neticesi olarak mı “Ben, memurum!” diye avâz avâz bağırıyor?
Yoksa
Birileri kasedi ortaya sürmek tehdidi karşısında Necdet Bey ile asker-memur takası mı etdi?
Kendine özgü;
Nasıl olur da
Garga guşunun bokunu bellediği gibi hep bir ağızdan “Bizler asker değil, memuruz!” diyebilir Allah’ım?
Her geminin sığınacak bir limanı,
Her guşun tüneyecek bir yuvası,
Ve dahi
Her memurun emir alacağı bir âmiri olsa gerekdir.
Orgeneral rütbeli siz askerler mâdem memursunuz da?
Size emir veren âmiriniz kim?..
Bu hakikâti bilenler bugün demeye cesâret edemese de
Tarih bunu bize bir gün elbetde söyleyecek.
* * *
Kaşarlanmış dört yıldızlı Generallerin bu rakkâse kıvırganlığını
İşin sahibi ruhiyatcılara bıralım tetkik, tahlil ve teşhis etsinler...
Biz gelelim kendi konumuza...
Tavırlı, tutarlı, haysiyetli ve kararlı olmak iyidir.
Üsdelik bu hasletlerin hepsi en çok da askerimize yakışır.
Bir fikir serdediyorsa adam şâyet
Diline dolayıp cümle âleme fâş eylediği bu fikrinin
Sefâsını sürer
Ya da
Ceremesini çeker.
Mâdem ki asker kisvesinin içinde ve Orgeneral rütbesindeyken devlet memurluğuna teşne oldular
Öyleyse bundan böyle memur gibi davranırlar herhâlde...
Teftiş etdikleri merâsim kıt’asını selâmlar iken komutanlarımız
Bugüne kadar “Merhabâ, Asker!” diyorlar idi.
Askerin memur olduğunu bu komutanlarımız kendi ağızlarından yumurtaladıklarına göre
Merâsim kıt’asını selâmlar iken
Bugünden kelli
Komutanlarımız askerlerine “Merhabâ, memur!” diyecekler.
* * *
Yumurta.... Afedersiniz,
Söz
Ağzından çıkar mı?
Çıkar!
Ve
Söz,
Adamı gölge gibi takip eder mi?
Sen
Karargahda, kışlada, arâzide, hudut boylarında, uçağın içinde, tankın üstünde, geminin güvertesinde
Askerin karşısına geçerek
Başını bu tarafa çevirip “Asker! Kendini rapor et!” diyorsan
“Burası ana kucağı değil, asker ocağıdır!” diyorsan
Sonra
Harâmî siyâsetci güruhuna şirin görünmek için
Bu kez de gıçını o tarafa gıvırıp
“Ben, devlet memuruyum!”
“Biz, askerler hep beraber devlet memuruyuz!” diyorsan
Senin aklından şüphe etmek hakkım vardır benim...
Sen
Kendinin Devlet memuru olduğuna inanıyorsan bu karar sâdece seni alâkadâr eder.
Huzurunda ağdalı bir temannâ çekip
Yerdeki halıyı öpecek raddeye kadar
Önünde başınızı aşağılara eğdiğiniz siyâsetci güruhunun
Kapıkulu memuru bile olabilirsiniz...
Fakat
Türk Devletinin size emânet etdiği vatan evlâdı askerler
Sizin gibi düşünmüyor!
O askerler,
Orgeneral İlker BAŞBUĞ’un dediği gibi
Türk Milletine hizmet eden Türk askerleridir.
O askerler
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün askerleridir.
Bu bir...
İkinci hususa gelince;
Omuzunda dört yıldız taşıyan bir Orgeneral
Akşam yatağa “asker” olarak girip de
Ertesi sabah aynı yatakda “devlet memuru” olarak uyanıyor ise şâyet
Kendini memur gibi hisseden bu çift cinsiyetli asker kılıklı memurlar
Ya da
Memur kılıklı askerler
Vatanı müdafaa etmek uğruna ölmek ve öldürmek için hazır bekleyen emrindeki askerlere
"Asker, sana ölmeyi emrediyorum!" diyebilir mi?
* * *
Mermisi bitdiği için siperini terk eden askerlerin
Conkbayırında önüne geçen Yarbay Mustafa Kemâl,
Tek dişi kalmış gevurun kurşun sağanağına sırtını yiğitce siper ederek
Çanakkale Harbi’nde
25 Nisan 1915 günü
Askerlerine neyi emretmişdi?
Tahattur edelim!
Bir an dahi tereddüt etmeden Başkomutanın emrine tevekkül ve şevk ile itaat eden askerler
Hemen süngüsünü takıp kibirli İngiliz Tomi’sinin üzerine atıldı!
Mehmetciğin süngüsünün ucunda kendi askerlerinin canhırâş feryâdını ve can cekişmesini
Dürbün ile gemiden seyreden cephe komutanı İngiliz Orgeneral Hamilton’un dudaklarından
Şu veciz sözler dökülüverdi, istemeyerek;
“Gebe dağlar, Türk doğurmaya devâm ediyor!”
Başkomutanın bir emriyle
Sel olup
Yıldırım olup
Şimşek olup
Ve dahi
Ecel olup düşman gevurunun üzerine hücum eden askerlerin hepsi
Şehit olacağını biliyordu.
Ve koca bir Alay’dan sağ kalan olmadı.
Bu Mehmetcikler, 57 inci Alay’ın askerleri idi...
Her komutan, taarruzu emredebilir.
Fakat
Gebe dağların doğurduğu Türk askerine
Ölmeyi emredebilmek için
O kişinin
ATATÜRK olması gerekir!..
* * *
Kuzeyde;
Söz dinlemez bir kısrak gibi hırçın, âsi ve gemalamaz
Fakat
Kale gibi sağlam Karadeniz’e sırtımızı yaslamışız yaslamasına da
Sâir üç cihetimizdeki komşumuz olan ülkelerin hiçbirisi hakkımızda iyi emeller beslemiyor.
Doğuda 4,
Batıda 2,
Güneyde 2 olmak üzere
Tam 8 ülkeyle kara hududumuz var.
Sekiz komşusu olup da
On sekiz, yirmi, otuz, kırk ...
Belki de
Elli sekiz düşmanı olan başka bir memleket yokdur şu dünyada!..
Şimdi
Ateş, burnumuzun dibinde...
Şu anda harbde değiliz fakat harbdeymişiz gibi sivilinden askerinden harp zaiyatı veriyoruz.
İnsanlarımız evinin içinde, çocuklarımız devlet okulunun bahçesinde serseri kurşunlara hedef oluyor.
ATATÜRK’ün tapulu tarlasının üsdüne kaçak olarak inşâ etdikleri
1.000 odalı kâşânelerde ikâmet eyleyip
Hükümeti idâre etdiğini zanneden siyâsetci güruhu
“Ey Esed, Ey Esed! Allah senin canını tez zamanda alsın inşallah!” ilenmeleri eşliğinde
Ucuz, ve âdi siyâsi laflar üfürürken
Ve
Şu cennet memleketimin hâl-i pür melâli bu minvâl üzereyken
Hulusi Aga diyor ki; “Her türlü harbe hazır olmalıyız!”
Peki,
Harbe hazır olalım, olmasına da
Hangi Cumhurbaşkanı ile?
Hangi Başbakan ile?
Millî Savunma Bakanını geçiniz... Hukukcuyum diyor; kitabı yok, adâleti yok! Kayıkcıyım diyor; küreği yok!..
Hangi Genelkurmay Başkanı ile ?
Ve dahi
Hudutda düşmana ilk mermiyi sıkması beklenen
Hangi Kara Kuvvetleri Komutanı ile?..
* * *
Tarih, 2014...
Askerinden siyâsetcisinden kutursuz devlet adamlarının
12 seneden beri icrâ etdikleri sığ, samimiyetsiz ve seviyesiz siyâsetin tabii neticesi olarak
Bugün artık ateş çemberinin ortasındayız!..
Sekiz devlet ile sınır komşusuyuz.
Fakat bugün elli sekiz ülkeyle düşman olduk.
Sıfır sorun hedefiyle yola çıkan Ahmet Davut’un Amerikan mahrecli stratejik derinlik üfürüzmaları yüzünden
Stratejik derinlikli bir kuyunun dibine düşdük!
Ve dahi
Sıfır komşuya geldik dayandık, hamd olsun!..
Şimdi
Gözler, ufukda! Hudutda düşman gözetliyor.
Mermi, namluya sürüldü! İşâret parmakları tetikde.
Asker, teyakkuzda! Emir bekliyor.
“Türk Ordusu’nun dünyanın sekizinci en büyük ordusu olduğunu kaydeden” Hulusi Agam,
Dünyanın en büyük ilk yedi ordusunun hepsinin
Memurlardan değil de
Askerlerden müteşekkil olduğunu biliyor mu acap?..
Orgeneral harbe yeşil ışık yakdı
Ve
Her türlü harbe hazır olmalıyız! diye emir buyurdu buyurmasına da
Harbe kiminle hazır olacaksın?
İkisini de misliyle vurun! diye talimat veriyorsun da
Düşmanı kim vuracak Hulusi Agam?
Sen mi vuracaksın?
Yoksa
Memur mu?
Sabah kışlaya gidiyorsun
Oradaki askerlerin karşısına çıkıp “Sizler, memursunuz!” diyorsun!
Akşam, gazetecileri çağırıyorsun ve
Sabah “memur” dediğin adamları göstererek “Askere talimat verdim!” diyorsun!
Bu hercâîliği bırak!
Asker misin?
Memur musun?
Allah aşkına söyle bana!
Sen nesin, Hulusi Agam?
* * *
Sayılı gündür, tez geçer!..
Dokuz otuz günü kaldı şunun şurasında...
Merhabâ, Memur! ismiyle münteşir işbu makâlemizin
emekliassubaylar.org mecrâsında neşredildiği Koç ayının şu son günlerinde
Ana rahmine düşen en kıvrak, en gürbüz, en kuvvetli, en akıllı ve en hızlı atmık
Âşık’ına bir an evvel kavuşmak isteği ile yanıp tutuşan Mâşuk gibi
Şevk, haz, heyacan, azim, tutku ve dayanılmaz arzuyla
Arkasına bakmadan var gücüyle daha derine doğru yüzüp
Orada kendisini bekleyen yumurtaya yapışarak yekvücud olup da
Ve dahi
O yumurta ile
Rahim ve Rahmân olan Allah’ın izniyle
Ve Allah’ın huzurunda nikâhlandıkdan sonra
Ana rahminin duvarına tutunmayı başaran döllenmiş o yumurta
Teşekkül ve tekemmül ederek
Ete kemiğe bürünüp de
Dokuz ay misâfir edildiği ana rahminden dışarı çıkarak
İlk nefeslerini almak için
Hekimin sevecen şamarını gıçına aşketdikden sonra
Dünyaya henüz gözlerini açmadan
İlk çığlıklarını atdıkları günlerde
Necdet Bey’in dört senelik saltanatı hitâm bulacak!
Ve föter şapkayı giyecek.
Başkanlık sırası sana geliyor...
Haa!..
Şimdiden hatırlatalım
Memur,
Sekiz-beş çalışır,
Fazla mesai nedir bilmez,
Akşam saat 5 oldu mu odasını terk edip evine gider.
Silah dayasan alnı çatının ortasına, durduramazsın!
Hattâ
Memur;
Ölmek nedir,
Öldürmek nedir, bilmez...
Değil senin emrinle ölmeyi, öldürmeyi
Sana selâm bile vermez!
Türk Milletinin şerefli bir askeri olan ATATÜRK
Asker gibi düşündü
Ve dahi
Asker gibi davrandı hep.
Sen,
Otel lobisindeki masanın etrafında otururken
Siviller ile birlikte işret eyleyip
Şen kahkahalar atabilirsin!(³)
Fakat
Sen,
Memur gibi düşünüp de
Eski Tüfek’in müseccel bir vecizidir;
“Aptallar, yanılarak öğrenir!”
Bu sözlerimi
Kulağına küpe et Hulusi Agam!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Türkiye’de siyaset yapmak, büyük bir kayayı rampa yukarı çıkartmak gibi bir şey… Kayanın altında kalınabileceği gibi kaya hedefe oturtulabilir de... Her an, her şey olabilir...
Belki de en zor şey, bir insanı ikna edebilmek… Emek istiyor, bilgi istiyor, fedakârlık istiyor…
Taraftar oluşturmak gayesiyle çoluk çocuğundan ayrı kalarak yola çıkan siyasetçi, kimi zaman belki de aç yol alarak, yağmur, çamur, kar, kış, gece, gündüz demeden mahalle mahalle, köy köy, ev ev gezerek düşüncelerine, projelerine katkı sağlamaya çalışmakta…
Projelerini anlatan siyasetçi, heybesinde ne varsa onu kişilere sunmakta…
Kimisi, Kur-an’a el bastırarak yemin ettirmekte, kimisi altın dağıtmakta, kimisi para, kimisi değişik hediyeler dağıtmakta, kimisi iş, iş mülakatlarında yardım sözü vermekte, kimisi de medenice fikrini anlatmakta… Türkiye’de yaşayıp da bu türden davranışlara muhatap olmayan, duymayan pek az insan vardır, özellikle de gelişmemiş bölgelerde…
Fakat Türkiye’de bunların dışında, gelmesi istenen siyasi düşüncenin desteklenmesi amacıyla başka tutumlar da sergilenebilmekte olduğu, tarihi belgelerle, olanların dünya siyasetiyle ilişkilendirilmesi ile ortaya çıkabilmekte…
Söz konusu muhtıra nedeniyle, bir fısıltı şeklinde köylere yayılan “dinsiz ordu bize muhtıra verdi” şeklindeki yaymaçlar, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere Türk siyasetine de zarar vermiş görünmektedir… Yapılan kamuoyu anketlerine göre alt seviyeye düşmüş olan bir parti, muhtıra ile mağdur edildiğini savunarak, seçmenden oldukça büyük bir destek almış olduğu, siyaset bilimcilerce ve araştırmacılarca dile getirilmiştir…
Gelinen noktada, Türkiye yeni bir seçim dönemine daha girmiştir. Ve siyasetçinin, geçmişte olanlara bakarak tedirgin olması da gayet normal bir duygu…
Kim emeklerinin boşa gitmesini ister ki? Elbette ki siyasetçi de emeklerinin boşa gitmesini istemez… Üstelik de siyaseten, siyasetin içinde olmaması gereken bir yerden gelen etkilerle…
Türk siyasetçisi, bunca değişik etkilerden sonra, kendine bir kontrol sistemi geliştirerek, yağmura ve çamura rağmen, zemini tespit edip, günün koşullarına uygun, sağlam bir zeminde ilerlemek için yollar aramakta olduğunu tahmin etmek, bence güç değil…
Siyaset, özellikle de Türkiye’deki siyaset, bir futbol maçı gibi…
Her şey, her an değişebilir… Karşı takımın oyuncusu gol atabilir, kendi oyuncusu kalesine gol atabilir, yan hakem yanlış bildirimde bulunabilir, orta hakem yanlış, hatta yanlı karar verebilir, kaleci gol yiyebilir, oyuncu oyun dışında kalabilir veya sahaya atılan maddelerden dolayı maç tatil de edilebilir…
CHP Genel Başkan yardımcısı, Prof.Dr. Suheyl BATUM 06 Şubat 2011 günü Zonguldak'ta, Karaelmas Gazeteciler Derneğini’nde ve Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Zonguldak Şubesi’nde gazetecilerin sorularına vermiş olduğu cevaplarıyla gündemde.
Batum, Karaelmas Gazeteciler Derneği’nde ne demişti?
''Ben Tuncay Özkan ile görüşebilme imkânına sahip değilim, izin vermiyorlar. Benim bir önerim oldu, 'şahsi önerim' dedim. Hepimizin gözü önünde, bugün medya emekçilerinin haliyle kimse ilgilenmiyor. Aynı şey Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay gibi birkaç kişi için geçerli. Ben oradaki herkese kefil olmak durumunda değilim. Ben hayatımda Veli Küçük'ü tanımam, suçları varsa çekerler cezalarını. Bu insanların durumunu gördüm. Oraya gittim gencecik teğmeni gördüm, 29 aydır içeride. Diyorlar ki 'telefonunda 139 kayıt var, Hizb-ut Tahrir liderleri sende'. Tanımam diyor, inandıramıyor, sonra da ortaya çıkıyor ki polis yüklemiş. Ben de diyorum ki sehven devleti olduk. Buna dikkat çekmek lazım. Ben önerimi yapacağımı söyledim. Adım politikanın önüne geçmemeli. Türkiye'de hukuksuzlukları CHP görmezden gelmeyecektir. İstedikleri gibi ürkütmeye çalışsınlar.''
''Önerim ortadadır. Parti Meclisi toplanacağı zaman aynı konuyu gündeme getireceğim. 3-5 iktidar yanlısından korkacak olsak, siyasete girmezdik. Kesinlikle geri adım atamayacağım. Kabul ederler, etmezler bunu bilmiyorum, nisan ayında göreceğiz. Türkiye'de hiçbir dava kanıtlar sehven karartılmaz, sehven kanıt yaratılmaz. İnsanlar hâkim görmeden 2 yıl tutuklu kalmaz. Bu önerimin içinde kimseyi kurtarmak filan yok.''
Batum, ''Ergenekon'' davasının tutuklu sanığı Prof. Dr. Mehmet Haberal'ın odasının aranmasını da eleştirerek, ''Odayı 3 saat arıyorlar. Buraya gireni çıkanı devlet göremiyor mu? PKK elebaşısı Adbullah Öcalan bugün istediği şeyi avukatları aracılığıyla yansıtabiliyor, onun hücresini böyle aramıyor bu devlet''
Batum, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde ne demişti?
“Koca bir askeri yıktılar, meğer kâğıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz, meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar. Ancak CHP'yi yıkamadılar''
Batum’un açıklamaları üzerine, Genelkurmay Başkanlığınca 07 Şubat 2011 günü yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı;
“1. 6 Şubat 2011 tarihli bazı basın yayın organlarında, iki büyük siyasi partiye mensup ve yönetici konumundaki bir kısım siyasilerin Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında bazı değerlendirmeleri yer almıştır.
2. Her vesileyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyaset dışında kalması gerektiğini savunan bu siyasilerin, Türk Silahlı Kuvvetlerini günlük siyasi tartışmaların içerisine çekme gayretleri üzüntüyle izlenmektedir.
3. Çevremizde sonu belli olmayan istikrarsızlıkların yoğunlaştığı bir dönemde, sadece güvenlik alanındaki görevlerini en iyi şekilde yerine getirme gayreti içinde olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyasi tartışmalara konu edilmesi, ne ülkemize ne de herhangi bir siyasi görüşe fayda sağlayacaktır.
4. Kendi görüşleri doğrultusunda kamuoyu oluşturmak isteyen siyasilerin, Türk Silahlı Kuvvetleriyle ilgili söylemlerinde daha özenli olmaları ve asker üzerinden siyaset yapmamaları beklenmektedir.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.”
Dış etkilerden uzak, şeffaf, danışıklı dövüş işlerin olmadığı, ülke menfaatlerinin gözetildiği, her kurumun görevinin bilincinde, halkın sağlığını, refahını, huzurunu, mutluluğunu temin için canla başla çalıştığı bir Türkiye dileğimle…
Orhan KAYA
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi 'ilerle'
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan
Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de
Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Lise dönemindeki edebiyat derslerinden herkes hatırlıyordur bu güzel “Akıncılar” şiirini. Akıncıların yiğitliğini, cesaretini, mertliğini ve kahramanlığını en güzel anlatan şiirimizdir bu şiir. Yahya Kemal üstadımızın ruhu şad olsun.
Türk tarihinde assubayların yerini anlatacaksak, “Akıncılarla ne işimiz var?” diye bir soru gelebilir aklımıza. İyi de “Akıncılar” olmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihini yazabilir miyiz? Onların vatanı, milleti ve sancağı uğruna sınır boylarında kılıç sallayıp ok attığını, şehadet şerbetini “bal karıştırılmış süt” tadıyla severek içtiğini yadsıyabilir miyiz? Tarihteki tüm Türk devletlerinin akıncılarına çok şey borçlu olduklarını görmezden gelebilir miyiz? Belki de tarihler boyunca yaşamış tüm Türk devletlerinin uzun süreli hükümranlığının temelinde onlar yatmaktadır. Daha fazlasını söylemek için yeterli bilgimiz olmayabilir ama Türk Milletinin onlara çok şey borçlu olduğunu kabullenmemiz kaçınılmaz bir gerçektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihini yazarken M.Ö. 209 yılından başlatırız hikayeyi. Aslında daha önce bu başlangıç, 1363 tarihine, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna dayandırılmıştı ki, tarihsel bulgular ve bilimsel tartışmalar işin doğrusunun Metehan dönemi olduğunu kabul etmeyi zorunlu kıldı.
“Bir müddetten beri, Türk Kara Kuvvetleri'nin, yani daha gerçek anlamı ile Türk Ordusu'nun kuruluş tarihinin 1363 olduğu kabul edilerek, belirli günlerde, bu yıl başlangıç sayılmak suretiyle, törenler yapılmaktadır. Türk Ordusunun kuruluş tarihi 1363 olarak kabul edildiği takdirde, önce şu sorunun karşılığını bulmak gerekmektedir:
Türk Ordusu o tarihte kuruldu ise, ondan önceki büyük savaşlar, çok büyük stratejik hareketler ve taktik vuruşmalar kimin tarafından yapılmıştı? Bu hareketleri yapanlar ve büyük imha savaşlarını kazananlar Türk orduları değil mi idi? Meselâ; 1071 Malazgirt Savaşı'nı Türk Ordusu değil de, çeteler mi yapıp kazanmıştı? Yahut bu ordu Türk Devleti tarafından para ile tutulmuş yabancı askerler tarafından mı kurulmuştu? Bunun gibi, 1040'ta Dendanekan Savaşı'nı, 1048 Pasinler Savaşı'nı; I. Kılıç Arslan, I. Mesud, II. Kılıç Arslan'ın Haçlılarla yaptığı büyük meydan savaşlarını yapanlar Türk Orduları değil mi idi?
Milâttan önce 220'den beri tarihî belgelerle bilinen ve tarihte birinci sınıf asker diye tanınan bir millet, 16 yüzyıl ordusu olmadan yaşayacak, sonra ancak 1363'te aklına gelerek bir kara ordusu kuracak, bu ordu da yeryüzünde Türk kalmamış gibi, hep yabancılardan meydana getirilecek.
Doğrusu söylenecek söz bulamıyorum.
Bugünkü tarih bilgimize göre, ilk teşkilatlı Türk Ordusu, Milâttan Önce 209'da Tanrıkut Mete tarafından kurulmuş, verilen buyruğa kayıtsız-şartsız itaat esas kabul edilmiştir. Ordu 10, 100, 1000 kişilik birliklere ayrılmıştır.
Bundan sonraki bütün ordularımız Tanrıkut Ordusunun devamıdır. Zaman zaman değişiklikler ve düzeltmeler yapılmış, fakat ruh ve temel aynı kalmıştır.”
Lütfen Nihal Atsız’ın son cümlelerini hafızalarınıza kaydedin. Çünkü burada geçen “ruh ve temel” kavramı yazımızın sonuna doğru bazı vurgulamaları yapmak amacıyla kullanılacaktır.
Şimdi biz de benzer sorularla konumuza devam edelim. Metehan, Tanrıkut Ordusunu yoktan mı var etmiştir? Olmayan bir şeyi mi yapmıştır, yoksa zaten var olan bir yapıda bilimsel ve akılcı bir devrim mi gerçekleştirmiştir?
Bugün eski Türk destan ve söylencelerinden, tarihi yazıtlardan ve bulunan mezar kalıntılarından ulaşılan bilgiler doğrultusunda Türk Tarihi’nin bilinenin çok ötelerine uzandığı kabul edilmektedir. Öyle ki, Türk Milleti’nin başlangıcı Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e kadar gitmektedir.
Bilinen tarihimiz ise yaklaşık M.Ö. 1000 yıllarından başlamakta, fakat bulgular değerlendirildiğinde M.Ö. 3000 yıllarında da Türklerin kendi kültürlerini oluşturdukları değerlendirilmektedir.
Tarihi bu kadar eskilere dayanan, destanlar, efsaneler ve mitler yaratan ve kendisine özgü bir kültür oluşturan bir milletin çok daha önceden askeri bir yapılanma gerçekleştirmiş olması –hele ki asker bir millet olan Türkler söz konusuysa- hiç de şaşırtıcı değildir ve zaten araştırmalardan elde edilen bulgularla da doğrulanmaktadır. Öyleyse, şimdi “Metehan öncesinde Türklerde nasıl bir askeri yapı vardı?” konusunu incelememizin zamanı gelmiş demektir.
Bu soruyu sorduğumuzda karşımıza iki yapılanma çıkıyor. Birincisi en eski Türk devletlerinden itibaren uygulanmaya başlanan çavuşluk sistemidir ki, bu teşkilatlanma daha sonraki Türk devletlerinde de gelişerek, günümüze değin uzanmış ve bugünkü assubaylık mesleğinin de işlevsel bir parçası olarak halen sürdürülmektedir.
Bu dönemlere ilişkin “Çavuşluk” rütbesinin ne derece etkin bir rütbe olduğunu Prof. Dr. Saadettin Gömeç’in “Eski Türk Ordusunun Genel Mahiyeti” isimli çalışmasından çıkartabiliriz. Burada Sn. Kaynak, “Sü-başıdan sonra orduda en büyük rütbe, bizim kanaatimize göre Çabışlıktır.” diyor ve “Zamanını belirleyemediğimiz Yula Beğ adına dikilen Kemçik-Çirgak Yazıtında ise bir Bas Çabış ile karşılaşıyoruz.” diyerek incelemesine devam ediyor.
İkinci yapılanma ise Alplik kavramıdır. Türklerde ordu ve askerlik bu anlayış ve inanış üzerine kurulmuştur. Devletin kuruluşu, devamı ile yükselişi de, yine bu anlayışa dayanırdı. Türk devletlerinin dayandığı tek güç, ordu ile alplık ve yiğitlik örgütlenmesiydi.
Alplık, mertliğin, cesaretin, yiğitliğin ve iyiliğin sembolüdür. Son derece akıllı ve usta savaşçılar olan Alpler, insanüstü varlıklar olan "Egemenleri", yani dev düşmanlarını yalnızca usta savaşçı yetenekleriyle değil, aynı zamanda keskin zekâlarıyla alt etmektedirler. Alp, hayat boyunca insan gücünü aşan kahramanlıklar göstermekle görevliydi. Böylece alp, insanlık boyutunun üstüne çıkıyordu. Ölümden sonra da, gökyüzünde göksel tanrılar arasında yer alıyordu. Bu anlamda, dinsel bir kökene de dayanan, "alp" ve "alplık" kavramları, coğrafyanın, ekonomik üretimin ve en önemlisi büyük imparatorluklara komşu olmanın sonucu olarak doğmuş, Türk toplulukları ile Türk devletlerinde, çok büyük bir yer tutmuştur. Ancak Hunlar ile Göktürk devletinden beri, alplığa bir de bilgelik özü ve karakteri katılmıştır. Yani bu yeni olgu ile bir bilgi birikimi ve onun sistematik düşünce kurgusu kastedilmiştir.
Erken dönem Türk kültürü çevresindeki fiziksel becerilerde belirginleşen bireylerin sosyal statülerinin farklılığı dikkati çekmektedir. Nitekim alplar toplumun ideal insan tipini çizmekteydiler ve kuvvet, beceri, zekâ gibi özellikler şahıslarında sembolleştirmişlerdi. Cesurluk, gayretli olmak, çok iyi ata binmek, kuvvetli olmak (ruhî ve fizikî), hem öne hem de arkaya at üzerinde ok atabilmek, güzel kılıç kullanmak, güreşmek, dostu ve arkadaşı çok olmak ve özel bir giysi giymek gibi erdemleri de taşımak zorunda olan alpların tarih sahnesine çıkışları, Eurasya bozkırlarında M.Ö. bin yılından itibaren görülmeye başlayan ferdiyetçi eğilimli boylara denk düşmektedir. Alplık ve onunla ilgili örgütün kökeninin, Türklerde, tarihin erken döneminden de öncesi, karanlık zamanlara kadar indiğini göstermektedir. Bu nedenle, Pruşek M.Ö. 645’te alplık teşkilâtının var olduğuna dikkat çekmektedir.
Alp olan kişi yalnızca bir savaş makinası değil; gelişmiş ve olgunlaşmış bir ruha da sahip olan, bir kişi demektir. Bunun için Göktürk yazıtları büyük Türk kağanlarından söz açarken "Alp Kağan imiş! Bilge Kağan imiş!" diye bu iki özü, yan yana tutuyorlardı.
Alp tipinin ilk şeklinin hayvan avcılığı ile geçinen ve hayvan sürüleri besleyen bir toplumla ilgili olduğu sanılmaktadır. İlk kahraman, hayvana üstün gelen insan olmuş, daha sonra başka insanlarla mücadele onun şahsiyetini geliştirmiştir. Alpın ilk kahramanlığı bir hayvanı yenmesi ile başlar, daha sonra insanlarla mücadele onun kişiliğini geliştirir. Dede Korkut Destanında, küçükken bir arslan tarafından beslenmiş olan Basat da, halka eziyet eden ve gençleri öldüren Tepegöz'ü öldürerek, büyük bir üne ulaşır. Yine Oğuz Kağan Destanına benzer bir Türk masalında, Altun Han'ın oğlu, yedi katlı göğün ötesindeki canavarı yedi yıl savaştan sonra yener ve üne ulaşır. Kısacası mücadele ruhunun sembolü alplıktı. Bir alp güçlü ve kuvvetlidir, aynı zamanda bu gücünü yerinde ve zamanında gereği gibi kullanacak beceriye sahiptir. İlk atışta düşmanı vurur ve yenilmez. Oğuz Kağan ve Er Manas savaşta kimseye yenilmeyen birer dünya kahramanlarıdır. Bütün uluslarla savaşmış, Çinlileri, Hintlileri, İranlıları yenmişlerdir. Savaşta savaşarak, barışta sportif uğraşılarda (ok atma, güreş gibi) üstün gelmiş ve zaferler kazanmışlardır.
Animistik Türk dininin egemen olduğu erken dönemde, ölüm sonrasında, gökte yüce bir hayat sürebilmek için "alp" olmak şarttı. Buradan da anlaşıldığı gibi eski Türk dinî ve terbiyesi kahramanlığa özel bir değer veriyor, bu niteliği her erdemden üstün tutuyordu.
Bozkırlarda ve düzlüklerde oturup, kışın ve yazın konup göçen Türkler, oluşan doğal ve siyasi şartlar gereği, insanların en kahramanları ve savaşta en çok direnç gösterenleri olmak zorundaydı. Kahramanlığa bu derece değer verilmesi, belki de bir ihtiyacın ifadesiydi ve alplıkta vatanperverlik şarttı. Büyük imparatorlukların komşusu bulunan ve sayıca oldukça az olan Türkler, alp olmazsa, başka uluslar tarafından kolayca yok edilebilirdi. Göçebe ve savaşçı insanlar arasında bu mücadeleye dayanacak gücü olmayanların ise hiç sözü edilmez. Destanlar, mücadelede yılmayacak kahramanların hikâyeleridirler. Sürekli hareket halinde yaşama zorunluluğu ordu-millet olmayı gerektiriyordu. Uğraşıların tümü, fiziksel aktiviteler ve becerilerin geliştirilmesi ve olgunlaştırılması üzerine kurulu idi. Alpların hayatı da aynı aktivite ve motiflerle çevrili idi. Hayat şartları da alpın fizikî uğraşılar ve çevresinde yoğunlaşmasına neden olmaktaydı.
Göçebe halkları arasında da yoksul, zengin veya asil halk ayırımı yapılıyordu. Egemen olmak için yaratıldığına inanan bu toplumlar, halklarını ve imparatorluklarını da tabakalar yaratarak oluşturduklarından, yönetim bakımından da kademelendirdiklerinden, tüm hayatı da giderek yükselen rütbeler hiyerarşisi olarak değerlendiriyorlardı. Aslında asil olmayıp da savaşta dikkat çeken kahramanlar da (Bagatur) olurdu. Eğer bunlar çok büyük bir ün kazanmışlarsa asiller tabakasına dahil edilirlerdi. Yani yükselmek başarıya endeksliydi ve katı bir kast sisteminden bahsedilemezdi.
Alpler arasında çeşitlilik ve kademeleşmeler vardı. Bunlar silah kullanımındaki değişik becerilerden ve başarılan kahramanlıklardan meydana gelen sınıflandırmalardı. Göçebelerin eserlerinde, M.Ö. binyılda yaşamış "er"leri (eski Türkçede kahraman), bunların kemer ve ayna gibi belki rütbe işaretlerini, alplık destanlarını, av sırasında vurulan hayvanın kurban ve ongun niteliği kazandığı sahneleri görmekteyiz.
Alpların bir okulu ya da akademisi olduğunu da görmekteyiz. Pi-yung adı verilen alplar okulunda dans şeklinde ve doğrudan kılıç karşılaşması biçiminde, müzik eşliğinde, alpların ayinsel gösteriler yaptığı Çin kaynakları tarafından aktarılmaktadır. Genç Alplar, özellikle ok atmayı, nara atarak bir vuruşta baş kesmeyi, Türkçe "kağnı" denen iki tekerlekli savaş arabalarını sürmeyi öğrenirlerdi.
Alplar, şölenlerde, düzeylerine göre sıralanıyor ve içki kadehiyle, savaş tanrısı sembolü kılıcı tanık göstererek, büyüklerine bağlılık andı içiyorlardı. Manas destanının kahramanlarına göre antlı dostlar, "göğüslerinde canları, ağızlarında dilleri-sözleri, gemlerde atları, bohçada giyimleri bir, yani ortak olan" kimselerdir. Kırgızlar bu gibi dostlara "antlı adaş" derler ki, eski Türkçe'de "andlığ adaş" anlamındadır. Pruşek'in tahmin ettiği üzere bu şölen Skitler'in, Hunlar'ın ve Türkler'in, gök tanrısı ile savaş tanrısı sembolü "kıngırak"ı (kılıç) tanık göstererek, ant içtikleri şeklinde bir törende, birbirlerine bağlılık yemini ile ilgiliydi. Alpların bağlılık andı içmek ve "kur" denen askerî kemerle, kılıç, kama veya sadak kuşanmak gibi, Türk alp teşkilâtına özgü törenleri, kökeni çok eskiye inen ve inisiasyon (alplığa kabul merasimi) mahiyetinde zorlu sınavların sonucuydu. Ettikleri yemin gereği Alpların aralarında, eskiden beri yardımlaşma teşkilâtı da var idi. Onlarda, ulusal birlik duygusu, ulusal gurur ve ulusal gururun gereği kahramanlık çok erken gelişmiştir. Bütün bunları Göktürk yazıtları çok iyi yansıtır.
Alp, Er, Çeri, Çora, Serdar, Bahadır, Alpagut, Sökmen, Cilasun, Koca, Gazi gibi isimler alan bu yiğitlerin hiyerarşik ve sistemli bir kıdem sırası vardı. Bu anlamda, Dede Korkut'taki Oğuz beylerinin kırk yiğidi Türk mitolojisinin hiç değişmeyen bir motifidir. Her kahraman ve cesur yiğidinin, aralarında rütbe sırası bulunan böyle bir yakın çevresi vardır. Örneğin Manas; kırk Çoranın aile büyüğü gibidir. Çora’larını aştan aç, attan yaya, dondan açık koymamak, bir ganimet alındığında eşit olarak pay etmek ve kendisi evlendiğinde kırk Çora’ya da kırk kız almak zorundaydı.
İlerleyen dönemlerde, Metehan tarafından yapılacak olan askeri devrim ile Erler ve alplar, "alpagut"lar, "bagatur" (bahadır)lar arasında kurulan kademeli bağlar, orduların çekirdeği olacaktı.
Alplık kavramı Türk assubay ve subayının ana kaynağını teşkil eder. Türk devletlerinin dayandığı tek güç, ordu ile alplık ve yiğitlik örgütlenmesidir. Bu örgütlenmede de yukarda anlattığımız üzere, bir hiyerarşiden söz edilebilir. Metehan ile bu sistem yeni bir organizasyonla düzenli bir orduya dönüştürülmüş, kalan bir kısmı ise sınır boylarında görev yapar olmuştur. Düzenli ordu ile alplik sistemi son bulmamış, Türklerin İslam’ı seçmesi ile ilerleyen dönemlerde akıncılık ve alperenlik olarak yapısını değiştirmiştir.
İşte Yahya Kemal’in bu şiiri geçmişten geleceğe Alpleri, Akıncıları ve Cumhuriyet’in askerlerini, onların kahramanlık ve yiğitliğini anlatmaktadır.
M.Ö.209 yılına gelindiğinde Büyük Hun İmparatorluğu'nun kurucusu Teoman'ın oğlu Mete Han tarafından, bugünkü modern orduların düzenini teşkil eden; onluk, yüzlük sistem de denilen düzenli ordu sistemi kurulmuş ve uygulanmıştır. Bu sistemle onbaşı, ellibaşı, yüzbaşı, binbaşı gibi askeri terimler oluşmuş ve halen günümüzde de orduların temel düzeni olarak kullanılmaya devam etmektedir. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (aynı zamanda Kara Kuvvetlerimizin) kuruluş tarihi olarak da, Mete Han'ın tahta geçiş ve düzenli orduyu kuruş yılı olan M.Ö.209 yılı kabul edilmiştir.
Mete Han M.Ö. 209 yılında tahta geçince ilk olarak ordu sisteminde değişiklikler yaptı. Emir-komuta zincirinin daha sağlıklı işlemesini, emirlerin birliklere daha kolay iletilmesini ve ordu üzerinde komuta gücünün artırılmasını sağlamak amacı ile ordu; on ve katları şeklinde sayılara ayrılarak, birlikler bu şekilde oluşturuldu. Böylece en küçük birlik 10 kişiden oluşacaktı ve bu birliğin başında bir onbaşı olacaktı. Bunun üzerinde ise 50 kişilik birliğe kumanda eden Çavuşlar,100 kişilik birliği yöneten yüzbaşılar, 1000 kişilik birliği yöneten binbaşılar ve 10.000 kişilik birlikleri yöneten tümenbaşılar yer alıyordu. Bu birlikler boylar çerçevesinde gerçekleştirilirdi. Büyük Aile 10, Boy 100, Budun ise 1000 asker sağlamakla yükümlüydü. Bazen bu rakamlar boyların ve budunların durumlarına göre değişmeler gösterebiliyordu. Bu türlü birimler Tanhu’nun, ili 24 changa ayırmasıyla bütünleşebilirdi. Tepede sol ve sağ eligler ve her iki kanatta da on birer askeri şef vardı. Toplam sayıları iki elig ile birlikte 24'tü. Bu 24 şef içinde kağan soyundan gelen prensler ile büyük askeri şeflerin karmaşık bir hiyerarşisi bulunmaktaydı. Şefler derecelerine göre az çok kalabalık bir askeri birliğin komutanı olurlardı. Bu sistem ordu komutanının emirlerinin en küçük birliklere kadar kolayca ulaşmasını sağlıyordu ve böylece komutan ordusunu satranç oynar gibi kontrol edebiliyordu. Bu tam manasıyla profesyonel bir askerlik anlayışıydı.
Düzenli ordu aşamasından sonra da Çavuşluk Teşkilatı sürmüş ve daha etkin bir aşamaya gelmiştir. Daha çok, yönetici kademeye yakın yerlerde görev alan çavuşlar, zaman içinde düzenli ordunun da vazgeçilmez bir parçası haline gelmişlerdir.
En eski Türk devletlerinden Osmanlı’ya varıncaya kadar hemen bütün Türk Devletlerinde mevcut olan çavuşluk sistemi tam anlamıyla günümüz assubaylık kavramı ile örtüşmekte, hatta zaman zaman yetki ve sorumluluklarıyla bu kavramın ötesine de taşmaktadır. Bu çavuşluk sistemi sırf on kişi ile elli kişi arasındaki nefere kumanda eden bir yapılanma olarak değerlendirilemeyecek kadar farklı bir yapılanmadır. Örneğin bu çavuşlar Çin’e elçi olarak gönderilmektedir. Bu nedenle bu sistem ilerleyen dönemlerde iyice yerleşmiş, Selçuklu ve Osmanlılarda çok farklı görevlerde kullanılmış ve en güvenilir askerler olmuşlardır.
İslamiyetten sonra Orta Asya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı, Metehan devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır. Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyasında askerî ve mülkî idarelerin tanziminde örnek olmuşlardır.
Selçuklulara ait Selçuknâmelerde, serheng veya çavuş tabirlerinden her ikisi de kullanılmaktadır. Bunlar hükümdar ve saray görevlilerinden olup, posta ulaklığı ile muharebe hizmetlerinde bulunur ve daha ziyade hükümdar alaylarında mevkip’in (atlı ya da yaya giden kafile) önünde yürüyerek hizmet ederlerdi ki, Osmanlıların Divan-ı Hümayûn çavuşlarını andırırlar.
Çavuş kelimesi ve teşkilatı Anadolu Selçukluları’nda da mevcuttur. Çavuşların görevleri Büyük Selçuklulardakinin aynıdır. Bizans sarayına, sefir sıfatı ile bazı çavuşların gönderilmesi bu zümrenin ehemmiyetini göstermesi açısından önemlidir.
Büyük Selçuklu Devletinde Serheng adını alan Çavuşluk teşkilatına bir göz atarak konumuza devam edelim:
Selçuklu Ordusunda Serheng (çavuş) rütbesine sâhip bir subay gurubu daha vardır. Görülüyor ki, Serheng'ler, sarayda ve orduda olan vazifeleri dışında, ordu kademelerinde emirlerinde muayyen miktarda asker bulunan subaylık vazifesine de sâhiptirler. Fakat Serheng'lerin rütbe ve derece itibariyle saydığımız ordu kademelerinin neresinde bulunduğu hususunda kati bir neticeye varmak pek mümkün görünmüyor. Serheng'lerin, rütbe ve derece itibariyle otakbaşı’lardan ve hayl başı'lardan üstün oldukları muhakkaktır. (Kaynaklarda haylbaşı, üçtuğ ile yüzbaşılığa denk gelmekte ve uzmanlarca da böyle gösterilmektedir. Böyle olunca Çavuşluk rütbelerinin biraz karışık olsa da binbaşılığa değin uzanan bir rütbe konumunda olduğu ve özel bir statüye sahip görüldüğü değerlendirilmek zorunluluğundadır.)
Zira, büyük serheng (serheng-ı buzurg) ünvanına sâhip subaylar büyük sipah-sâlârlar (sipah-sâlârân-ı buzurg) dan sonra geçmektedir. Fakat Serheng'ler, Hâcib'lerden üstün müdür? Emirlerinde ne kadar asker vardır? Bu suallere şimdilik kati olarak cevap verecek durumda değiliz.
Çavuşlar, ordudaki subaylık vazifeleri dışında umumiyetle inzibat işleri ile meşgul oluyorlardı: Görüldüğü üzere, kumandanlarından Erdem'in hizmetine aldığı bir bâtmî'yi bizzat sorguya çeken Alp Arslan, çavuşlara emir vererek, sille-tokat huzurundan attırmıştı.
Suriye Selçuklu Devleti hükümdarı Tutuş ile Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Süleyman Şah arasındaki mücadeleye müdahale etmek üzere, Tekrit'ten Musul'a hareket eden Sultan Melikşah'ın huzuruna bir bedevî gelerek, gulâm'larından birinin mızrağını aldığını söyledi. Sultan meselenin tahkikini çavuşluk makamı (şâvuşiyye)’na havale etti. Çavuşlar gulâm'ı ve mızrağı getirdiler. Sultan gulâm'ın elinin kesilmesini emretti. Bu misâlleri daha da çoğaltmak mümkündür.
İslam devletlerinde kölelerden oluşan ve hükümdarı korumakla görevli olan Gulamlardan da Serhengliğe yükselenler vardır. Meselâ Tuğrul Bey'in gulamlarından olup, daha bu hükümdar zamanında olduğu kadar Alp Arslan ve Melikşah zamanlarında da büyük roller oynadığını gördüğümüz Sâv-Tekin, kaynaklarda Tuğrul Bey zamanında "hâdimü'l-hâşş" ve "serheng", Melikşah zamanında ise bâzan "serheng", bâzan da “hâcib” ünvanıyla geçer (Serheng Sâv-Tekin elhâcib). Buna mukabil, aynı Sâv-Tekin bir kaynağımızda Alp Arslan zamanından itibaren emir ünvanıyla zikredilir. Verilen bu bilgiden Sâv-Tekin'in derece derece ne rütbeleri aldığını tesbit etmek mümkün oluyor:
Has Hâdim olarak saraya intisab eden Sâv-Tekin, daha Tuğrul Bey zamanında serheng'liğe, Alp Arslan zamanında hâcib'lige, daha sonra emîr'liğe yükselmişse de, Melikşah zamanında serheng ve bâzan da hâcib olarak zikredilmekte devam etmiştir. Böylece, bir emîrin menşeini tespit etmeye çalışırken, aynı zamanda gulâm'lıktan itibaren hangi rütbelerden geçerek, emirlik mevkiine yükseldiğini tespit etmiş olduk.
Serhengliğin önemini gösteren bir başka olay da kayıtlarda şu şekilde yer almaktadır: Melikşah zamanında Bağdat'a gelen meşhur Sav-Tekin (kaynakta Serheng Sav-Tekin)’i Halife'nin veziri karşıladı. Ayrıca Halife onu kabul etti. Sav-Tekin Halife'nin hilat'ına ve ihsanına nail oldu (Nisan 1084/ Zülhicce476)
Selçuklu ordusunda, bünyesi icabı, rütbe ve derece sayısı pek fazla değildi ve meselâ şimdi olduğu gibi, yüzbaşı, binbaşı, yarbay, albay, v.s. gibi, gittikçe yükselen rütbe ve derece adları pek yoktu. Gerçekten, galiba, tıpkı Sâmânoğulları devrinde olduğu gibi, Selçuklu devrinde de, rütbeler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralanıyordu: Otakbaşı, veya vişakbaşı, haylbaşı (hayl: çadır)veya ser-hayl, hacib ve nihayet emir. Otak ve başı gibi kelimelerin Türkçe oluşu, bu rütbelerin hangi menşeden olduğunu açıkça göstermektedir. Bu saydığımız rütbelerdeki kumandanlar kaçar kişinin başıydılar? Otakbaşı'ların ve haylbaşı'ların kaçar kişiye kumanda ettiklerine dair kesin bilgi yoktur. Fakat otakbaşı terkibinden anlaşıldığına göre, bu rütbede olan bir subay, bir çadır dolusu askerin, yani 8-10 kişinin, aşağı yukarı bugünkü bir manganın başı idi ve orduda ilk rütbeyi teşkil ediyordu. Çağrı Bey zamanında hacib'in kumandası altında ise, umumiyetle 50 gulam bulunuyordu. Haylbaşı, 50 kişi ile 10 kişi arasındaki bir kuvvetin kumandanı idi. Bu miktar 20 kişi de, 25 kişi de olabilir. Haylbaşı'lar, subay olarak orduda gördükleri vazifeler dışında başka vazifelerde de kullanılıyorlardı. Bazen karşımıza fetihname götüren bir ulak vazifesi ile çıkmaktadır. Kumandanlık denilecek kademe ise haciblikten başlıyordu.
Çavuş kelimesi ve teşkilatı, Selçuklulardan sonra Atabeyler ve Eyyubiler vasıtasıyla, Mısır-Suriye Memluk İmparatorluğuna geçmiştir. İmameddin İsfahani’de gördüğümüz bu kelime, Memluk devri kaynaklarında çaviş, saviş şekillerinde daima zikredilmekte ve muhtelif devirlere ait kayıtlardan onların vazifeleri hakkında yeterli bilgi edinmek mümkün olmaktadır. Ebu’l-Mahâsin’in bir kaydına göre maiyetinde çavuşlar bulundurmak hükümdarlık alametlerinden biri idi. Kahire’de sultanların, Suriye’de de sultan naiblerinin maiyetinde çavuşlar bulunurdu
Osmanlı ordusunda da Selçuklulardan devralınan yapı korunmuş ve geliştirilerek uygulanmıştır. Eski Türk Devletlerinden Osmanlı Devletine varıncaya kadar hemen bütün Türk devletlerinde mevcut olan Çavuşluk Teşkilatı, Osmanlı Devleti’nde tam anlamıyla kurumlaşarak en mükemmel şeklini almıştır. Durumu daha iyi anlayabilmek için çavuşluk teşkilatı hakkında açıklamalarda bulunmamız kaçınılmazdır.
Osmanlı Devleti’ne gelindiğinde ise kuruluşundan itibaren Çavuş kelimesi ve müessesesinin, bir Selçuklu mirası olarak mevcut olduğunu görmekteyiz. Osman Gazi’nin silah arkadaşlarından Samsa ve Samsama Çavuş’un bu ünvanı daha evvelki devirlere ait olmakla beraber, Orhan ve I. Murat devirlerinde saray ve ordu teşkilatı vücuda getirilirken, bütün Anadolu beyliklerinde mevcut olan çavuşluk müessesesi de yeni devlet düzeninde yerini almıştır.
Selçuklulardan kalan ve Osmanlı Devleti bünyesinde varlığını devam ettiren her müessese gibi çavuşluk müessesesinin de Osmanlı Devleti’nde gelişerek ve önemini arttırarak devam ettiğini görmekteyiz. Osmanlı öncesi Selçuklu ve diğer İslam devletlerinde sadece saray teşkilatında görme imkanı bulabildiğimiz çavuşluk müessesesini Osmanlı Devleti’nde üç ana başlık altında incelememiz mümkün olmaktadır: Divan-ı Hümayûn Çavuşları, Kapıkulu Ocağı’nda görevli Çavuşlar ve Eyalet ve Sancak Çavuşları
Divan-ı Hümayûn’da görevli çavuşlar daha ziyade divan günleri teşrifatçılık yapar ve devlet protokolünün uygulanmasına yardımcı olurlardı. Divan-ı Hümayûn çavuşlarının tecrübelileri olan gedikli çavuşlar ise devlet için önemli işlerin takibi ve uygulanması için taşraya gönderilirlerdi.
Kapıkulu Ocakları’nda işlerin belli bir düzen içerisinde yürütülmesi Çavuşbaşı ve onun mahiyetindeki diğer çavuşlar vasıtasıyla olurdu. Bu çavuşlar savaş zamanı orduda emir komuta zincirinin sağlanmasında önemli görevler üstlenirdi.
Eyalet ve sancaklarda istihdam edilen çavuşların görevleri Divan-ı Hümayûn’da görevli çavuşlarınkine benzer. Bunlar sancak divanlarında teşrifatçılık yapar ve divan dışındaki işlerin tatbikinde beylerbeyi ve sancak beyine yardımcı olurlardı.
Çavuşluk teşkilatının gelişmesi ve buna mukabil görev taksiminin belirginleşmesi ise ancak 18. yüzyılın sonlarında mümkün olmuştur. Avrupa’daki ve özellikle Fransa, Prusya ve İngiltere ordularının modern orduya geçişleriyle birlikte bugünkü anlamda assubaylık kavramı ve rütbeleri yavaş yavaş kullanılmaya başlanmış, çağın diğer devlet orduları da yenileşme çabaları içine girmiştir. Maalesef Osmanlı'da geç başlayan orduda modernleşme çabaları, o dönemlerde pek çok savaşın ve toprağın kaybedilmesine de neden olmuştur. Ayrıca ne zaman orduda yenilik yapılmaya çalışılsa, karşılığında isyan ve başkaldırmalar modernleşme çabalarını hep sekteye uğratmıştır.
Burada bir parantez açalım ve genel bir değerlendirme yapalım:
“Tarihsel süreç içerisinde assubay rütbelerinin her daim subay kavramı içinde yer aldığı ve bu rütbeyi taşıyanların saygın görevler ifa ettikleri görülmüştür. Bugünkü rütbelerle kıyaslamak pek sağlıklı olmasa da genel bir fikir yürüttüğümüzde, Türkün tarihsel geleneği içinde assubay rütbelerinin binbaşıdan aşağıdaki tüm rütbeleri kapsadığını söylememiz mümkündür.”
Aydın Kulak
(Kaynak gösterilerek ve yazar adı belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)
Kaynak